Bronşit Deyip Gecmeyin



Cinsellikten kalbe, beyinden damarlara kadar uzanan büyük hastalık..

Prof.Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, halk arasında kronik bronşit ve amfizem diye bilinen KOAH’ın, dünyada 600 milyon insanda rastlanan hastalık olduğunu Türkiye’de de 4 milyon KOAH’lı olduğunu belirtti.

Küçükusta, dünyada en çok ölüme neden olan hastalıklar içinde 4. sırada yer alan KOAH’la ilgili bilinmeyenleri anlattı.KOAH ‘Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’ kelimelerinden türetilmiş bir terimdir.

Bronşlarda kronik iltihapla beraber geriye dönüşü olmayan daralma ve akciğer dokusunda harabiyet, yani amfizem de vardır. Bir başka deyişle, KOAH nefes darlığına yol açan kronik bronşit ve amfizemin birlikte bulunduğu bir hastalıktır. KOAH aslında önlenebilir ve tedavi edilebilir bir hastalık olmakla beraber, tıpkı diyabet veya ateroskleroz, yani damar sertliği gibi tamamen iyileşmesi mümkün değildir.

ERKEK HASTALIĞIYDI

KOAH’ın başta gelen nedeni sigara tiryakiliğidir. Buna, daha doğrusu tütün içilmesi demek gerekir, çünkü tütünün sadece sigara olarak içilmesi değil, puro, pipo veya nargile... şeklinde kullanılması da KOAH için risk yaratır. Sigara dumanına pasif olarak maruz kalanlar, yani kendileri sigara içmedikleri halde dumanaltı olanlar da KOAH tehdidi altındadırlar.

Yakın yıllara kadar KOAH bir erkek hastalığı olarak bilinirdi. Çünkü geçmişte kadınlar erkekler kadar çok sigara içmiyorlardı. Sigara tiryakiliğinin kadınlar arasında bir salgın gibi yayılmasıyla KOAH’lı hanımların sayısı da her geçen gün katlanarak artmaktadır.

MUTLAKA BIRAKIN!

KOAH’ ın önlenmesinde en önemli unsur sigara ile savaşılmasıdır. Son yıllarda dünyanın birçok ülkesinde kapalı alanlarda, hatta bazı ülkelerde açık alanlarda bile sigara içilmesi yasaklanmıştır. Bu, hem içmeyenlerin sigara dumanından rahatsız olmamaları ve hem de özellikle de gençlerin sigara içmeye özenmemesi bakımından çok yerinde bir uygulamadır.

Sigara içen KOAH’lıların sigarayı mutlaka bırakması gerekir. Bu sayede, hastalığın ilerleme hızı yavaşlatılmış olur, ama bronşlarda meydana gelen bozuklukların ve akciğer fonksiyonlarındaki kayıpların tamamen düzelmesi mümkün değildir.

KALİTEYİ BOZUYOR

KOAH yaşam kalitesini bozan hastalıktır. Hastalığın ileri evrelerinde, değil merdiven çıkmak, yol yürümek, ev içinde odadan odaya geçmek, giyinmek, soyunmak, tıraş olmak, banyo yapmak gibi hareketler hastayı nefes nefese bırakır. Birçok hasta yatağa bağımlı hale gelir.

CİNSELLİĞİ ETKİLİYOR

Son yıllarda KOAH’ın sadece akciğerleri ilgilendiren bir hastalık olmadığı, kas zayıflığı, kilo kaybı, kalp, damar hastalıkları, hipertansiyon, depresyon, beyin faaliyetlerinde azalma, seksüel fonksiyonlarda azalma, diyabet gibi rahatsızlıkların ortaya çıkmasını kolaylaştırdığı da biliniyor.

ÇOK DA PAHALI BiR HASTALIKTIR

Halkımız, bu hastalık için ‘öldürmez, ama süründürür’ şeklinde son derece doğru bir tanımlama yapar. Gerçekten de, KOAH ani ölümlere neden olan bir hastalık değildir. ‘Ölsem de şu dertten kurtulsam’ sözlerini pek çok hastamdan duyduğumu söylemek isterim.

KOAH, pahalı bir hastalıktır da aynı zamanda. Birçok hastanın sürekli ilaç ve oksijen kullanması, bazılarının yılda birkaç kere hastanede yatarak tedavi görmeleri gerekir. Tıbbi tedaviye olumlu cevap vermeyen hastalarda ‘yardımcı solunum aletleri’nden de yararlanılır.

Mevsimsel Depresyona Dikkat



Kişi, mevsime ve havaya bağlı olarak depresyona girebiliyor.

Gözdeki bir gen mutasyonunun mevsimsel afektif bozukluk olgularının bir kısmından sorumlu olabileceği ortaya çıktı. Araştırmaya göre, günler kısaldıkça Amerikalıların yüzde 6'sı kış depresyonuna teslim oluyor.

Baharla birlikte kayboluyor

"MAB" (mevsimsel afektif bozukluk) her sene sonbahar aylarında nükseden bir majör depresyon türü. Gün ışığı eksikliğine bağlı olarak tetiklenen durum, "Baharla birlikte kayboluyor" ortadan kayboluyor.

Parlak ışık deneyi

Virginia Üniversitesi'nden öncü araştırmacı Ignacio Provencio, MAB tedavisinde genellikle günde iki saat süreyle ışık tedavisi (fototerapi) uygulandığını belirterek, "Hastaları parlak ışığa maruz bırakmak gerçekten bazı semptomları ortadan kaldırıyor ve onların kışın da normal işlevselliklerini sürdürmelerine izin veriyor." dedi.

Sigara Tiryakileri Brokoli Yiyin



Sigaradan kaynaklanan kanser tehditine karşı en iyi savunma ilacı bu sebzede.

Brokoli ve benzeri sebzelerin, sigara tiryakilerinin ve sigarayı bırakmış kişilerin akciğer kanserine yakalanma riskini azaltabileceği bildirildi.

ABD'deki Roswell Park Kanser Enstitüsü'nden Li Tang ve ekibinin sigara içenler ve sigara kullanıp bırakmış kişiler üzerinde yapılan araştırma, krusifer grubundan lahana, karnabahar, brüksel lahanası ve brokoliyi özellikle çiğ tüketenlerin akciğer kanserine yakalanma riskinin, tüketilen bu sebzelerin miktarı ve günde içilen sigara sayısına göre yüzde 20 ila 55 azaldığını gösterdi.

Bu sebzelerin koruyucu etkileri konusunda yapılan en kapsamlı araştırmanın başındaki Li, brokolinin bir ilaç olmadığını ancak sigarayı bırakamayan ya da kanser riskini azaltmak için hiçbir şey yapmayan kişiler için olumlu bir etkisi olduğunu belirtti.

ÇİĞ OLARAK YİYİN

Bilimadamları, tiryakilerin akciğer kanserine yakalanma riskini azaltmalarının bu sebzeleri çiğ tüketmelerine bağlı olduğuna dikkati çektiler.

Genel olarak sebze ve meyve tüketmenin akciğer kanserine yakalanma riskini kesin olarak azalttığına ilişkin bir sonuç alınamadı.

Araştırma, Amerikan Kanser Araştırma Derneği'nin Washington'da düzenlenen 7. konferansında sunuldu.

Bu Ilac Pihti Yapiyor



Yaygın olarak kullanılan kanser ilacının damarlarda pıhtı yaptığı ortaya çıktı.

ABD'de yapılan çalışmalarda, yaygın olarak kullanılan kanser ilacı Avastin'in kemoterapiye eklendiğinde damarlarda pıhtı oluşma riskini arttırdığı belirlendi ancak bu sonucun, hastaları ilacı almaktan vazgeçirmemesi gerektiği açıklandı.

Çalışmayla ilgili bir makale, ''Journal of the American Medical Association'' adlı bilimsel yayında yayımlandı. Çalışma, 15 klinikte, 8.000 hasta ile yapıldı.

Çalışmaya katılan bilim adamlarından olan, New York'taki Stony Brook Üniversitesi Kanser Merkezi'nden Dr. Shenhong Wu, ''çalışma, hastaların kemoterapi almaları sırasında Avastin'in ciddi bir risk yarattığını ortaya koydu'' dedi.

Wu, ''kemoterapi alan 100 hastadan yaklaşık 10'unda pıhtı oluşuyor. Kemoterapiye Avastin de eklendiğinde, pıhtı olan hasta sayısı 13'e çıkıyor'' dedi.

Wu, bu ilacın, zaten var olan bu sorunu arttırma riski olduğunu belirlediklerini kaydederek, hastaların buna rağmen ilacı kullanmaktan vazgeçmemeleri gerektiğini, bunun yerine doktorların ve hastaların pıhtılaşma sorununu iyi bir biçimde izlemelerinin yeterli olacağını belirtti.

Ceviz Beynin Dostu



Dışındaki yeşil kabuğu kafa derisini, sert kabuğu kafatasını, içindeki zar beyin zarını, meyvesi ise beynin fizyolojik yapısını andıran ceviz, kimyasal içeriğiyle beyin sağlığını da koruyor.

Son yıllarda, yüksek kesimlerdeki ormanlık alanların ağaçlandırmasında en yaygın meyve türü olarak değerlendirilen ceviz, yaş olarak kilosu 12-15 YTL arasında değişen fiyatlarla alıcı bulurken, uzmanlar da sağlık açısından önemine dikkati çekerek, tüketimini öneriyorlar.

Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Balcalı Hastanesi diyetisyeni Özgen Arı, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ''cevizin fizyolojik yapısının benzerliğinin yanı sıra içeriğindeki vitaminlerle de beyin dostu olduğunu'' bildirdi.

Cevizin, dışındaki yeşil kabuğu ile kafa derisini, sert kabuğu ile kafatasını, içindeki ince zar ile beyin zarını, meyvesi ile de beynin şeklini adeta birebir yansıttığını belirten Arı, ''Bu benzerliğin yanı sıra sağlık açısından da ceviz tam bir beyin dostu'' dedi.

Şekli ile beynin küçültülmüş bir modeli olan cevizin Omega 3, Omega 6, A, B ve E vitaminleri ile lif yönünden zengin olmasının yanı sıra, beyin için gerekli gümüş iyonlarını da içerdiğini ifade eden Arı, ''Antibakteriyel özelliği olan gümüş iyonları beyin sağlığının koruyucusudur. Ceviz, beynin ihtiyacı olan gümüş iyonlarını içeren tek meyve'' dedi.

Cevizin beyin sağlığına olumlu katkı sağlamasının yanı sıra kalp ve kolesterol için de vazgeçilmez bir meyve olduğunu belirten Arı, ''Ceviz sadece ileri yaştaki bireyler için değil gelişme çağındaki çocuklar için de tüketimi gerekli bir meyve. Cevizi, zihin açıcı, dikkat toplayıcı özelliği nedeniyle ÖSS ve SBS gibi sınavlara giren öğrencilere hararetle öneriyoruz'' dedi.

Cevizin kan kolesterolünü düşürücü etkisinin de bilimsel olarak kanıtlandığına dikkati çeken Arı, cevizin enerji içeriğinin oldukça yüksek olması nedeniyle günde 30-45 gramdan fazla tüketilmesini önermediklerini bildirdi.

-CEVİZ LEKESİ NASIL ÇIKAR?-

Son günlerde hasat mevsimi olması nedeniyle tezgahlarda yerini alan taze cevizde tek sorunun yeşil kabuğunun yağlı boya gibi ele yapışması olduğunu anlatan Arı, ''Cevizin bıraktığı yeşil leke kolay kolay elden çıkmaz. Ancak, elleri iki dakika kadar sirkeye batırıp bir pamukla ovduktan sonra soğuk suyla yıkamak lekelerin giderilmesine katkı sağlayacaktır'' diye konuştu.

Sezaryenle Dogumda Patlama



Sağlık Bakanlığı, Türkiye'nin aralarında bulunduğu birçok ülkede sezaryenle doğum oranlarında artış olduğunun belirlendiğini açıkladı. Bakanlık olması gereken oranı da açıkladı.

Sağlık Bakanlığı Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması (AÇSAP) Genel Müdürlüğü Kadın Sağlığı ve Aile Planlaması Daire Başkanı Dr. Rukiye Gül, geçen yıl hastanelere kayıtlı 1 milyon 126 bin canlı doğum yapıldığını, bu rakamın yüzde 42,5'inin sezaryen, yüzde 57,5'inin normal doğum olduğunu bildirdi.

Gül, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Türkiye'nin aralarında bulunduğu birçok ülkede sezaryenle doğum oranlarında artış olduğunun belirlendiğini söyledi.

Sezaryenin ilk başlarda anne adayının hayatını kurtarmak için ''umutsuz'' yapılan bir ameliyat, sonralarında bebeğin yaşamını kurtaracak ''düşük riskli bir operasyon olduğunu ifade eden Gül, şimdilerde ise tıbbi zorunluluğun dışında ''anne adayının istediği ve hekimin hayatını kolaylaştıran bir tercih'' olduğunu kaydetti.

Normal doğumun doğal ve fizyolojik bir süreç, sezaryenin ise gerektiğinde kullanılması gereken bir ameliyat olduğunu ifade eden Gül, normal doğumdan hemen sonra bebek ile doğrudan tensel ve duygusal iletişim mümkünken, sezaryende bu ilişkinin ertelendiğini belirtti.

Gül, annenin normal doğumdan sonra daha kısa sürede iyileştiği için günlük yaşama geçişinin çok hızlı olduğunu, sezaryenden sonra bu sürecin daha fazla zaman aldığını; normal doğumda annenin kanama, enfeksiyon, organ ve doku hasarı, pıhtı oluşumu riskinin sezaryene göre daha düşük ve ekonomik açıdan daha uygun olduğunu bildirdi.

Sezaryenin 1960'larda doğum kanalının dar ya da plesantanın yerleşim yerinin uygun olmaması gibi nedenlerle uygulandığını anlatan Rukiye Gül, şunları kaydetti:

''Annenin doğum sürecinde çektiği ağrılı döneme ilişkin korku ve endişe sezaryen isteğini artırmaktadır. Bu nedenle özellikle gebelik dönemi izlemlerinde kadının bu endişelerini gidermeye yönelik danışmanlık yapılmalı, gerekirse profesyonel yardım alınmalıdır.

Ağrısız doğum olarak bilinen epidural anestezi ile yapılan doğumları artırmak amacıyla uygulamanın yaygınlaştırılmasına yönelik programlar düzenlenmelidir.''

-''ORANI YÜZDE 25'LERE İNDİRMEK İSTİYORUZ''-

Gül, tüm doğumlar arasındaki sezaryen oranlarının İngiltere'de 1990'da yüzde 11,2, 2005'te yüzde 14,1 ve 2002'de yüzde 21,6, Fransa'da 1990'da yüzde 13,9, 1995'te yüzde 14,9 ve 2003'te yüzde 18,7, Almanya'da 1990'da yüzde 15,7, 1995'te yüzde 17,2, 2003'te yüzde 24,8, ABD'de 2002'de yüzde 21, 2003'te yüzde 27,6 ve 2006'ta yüzde 31 olarak belirlendiğini bildirdi.

Avrupa ülkelerinde olduğu gibi son 10 yıl içinde Türkiye'deki doğumlarda da sezaryen oranlarının ciddi artış gösterdiğini dile getiren Gül, şunları kaydetti:

''Her 5 yılda bir yapılan Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması (TNSA) verilerine göre, 1998 yılında tüm doğumlar arasındaki sezaryen oranı yüzde 14, 2003'te yüzde 21,4 iken Sağlık Bakanlığı verilerine göre hastane doğumları arasındaki sezaryen oranı 2005'te yüzde 40,7, 2006'da 40,3 ve 2007'de yüzde 42,5'tir.

Yıllara göre sağlık kuruluşunda doğum oranları ise 1993'te yüzde 59,6, 1998'te yüzde 72,5 ve 2003'te yüzde 78'dir.

Yine 1993'te yapılan doğumların yüzde 75,9'u, 1998'deki doğumların yüzde 80,6'sı ve 2003'teki doğumların yüzde 83'ü sağlık personeli yardımıyla gerçekleştirilmiştir.''

Gül, devlet hastanelerinde yapılan doğumların yüzde 36,4'ünün, özel hastanedekilerin yüzde 59'unun ve üniversite hastanelerindekilerin yüzde 56'sının sezaryenle yapıldığını söyledi.

Dünya Sağlık Örgütü'nün, tüm doğumlar içinde sezaryen oranı yüzde 5-15 olarak belirlediğini dile getiren Rukiye Gül, ''Sağlık Bakanlığı olarak şu an yüzde 42,5 olan sezaryen oranını yüzde 25'lere indirmek istiyoruz. 2007 verilerine göre, 81 ilin 40'ında sezaryenle doğum oranlarının Türkiye ortalamasının üstünde olduğunu tespit ettik'' dedi.

-''DOĞUM VE SEZARYEN PROGRAMI BAŞLATILDI''-

Gül, her yıl sezaryen oranlarında artış görülmesinin tespit edilmesi üzerine Sağlık Bakanlığınca geçen yıl ''Doğum ve Sezaryen Programı'' başlattıklarını söyledi.

''Her gebeye normal doğum şansı'' sloganıyla hareket ettiklerini belirten Gül, Sağlık Bakanlığı Eğitim Araştırma Hastaneleri ve çeşitli üniversitelerdeki öğretim üyeleriyle uzman dernek yöneticilerinin temsilcilerinin aralarında bulunduğu bir Bilimsel Kurul oluşturarak ''Doğum Eylemi Yönetim Rehberi'' hazırladıklarını ve 81 ilde uygulanması için genelge yayımlandıklarını bildirdi.

İllerde sezaryen ve normal doğuma yönelik eğitici çalışmalar ve durum değerlendirmesi yaptıklarını ifade eden Rukiye Gül, Sağlık Bakanlığı olarak tıbbi zorunluluk dışında sezaryen yapılmasını önermediklerini, anne bebek sağlığı açısından normal doğumun desteklenmesini amaçladıklarını dile getirdi.

-SAĞLIKTA PERFORMANS VE KALİTE YÖNERGESİ-

Sağlık Bakanlığı, yapılan tespitler üzerine harekete geçerek 1 Eylülde yürürlüğe giren Sağlıkta Performans ve Kalite Yönergesi'nde sezaryen oranlarını da kurumsal performans kriterleri arasına koydu.

Buna göre, hastanede gerçekleştirilen sezaryenle doğum oranları hastanenin performansında gösterge olarak kabul edilecek.

Sezaryen oranlarını düşürmek ve normal doğuma yönlendirmek amacıyla belirlenen bu kritere göre, eğitim hastanelerindeki sezaryenle doğum oranının yüzde 20'yi, diğer hastanelerde ise yüzde 15'i geçmemesi gerekiyor.

Sağlık Bakanlığı Performans Yönetimi ve Kalite Geliştirme Dairesi Başkanı Hasan Güler, Türkiye'deki sezaryenle doğum oranlarının yüksek olduğunu, bu oranları sorguladıklarını bildirdi.

Güler, Bakanlık olarak sezaryen oranlarını Dünya Sağlık Örgütü'nün belirlediği oranlara çekmek istediklerini belirterek, ''Sezaryen oranlarını, performans kriterlerinde bir klinik gösterge olarak alıyoruz. Koyduğumuz kriterlere göre, tüm hastanelerde sezaryen oranı yüzde 15'i, eğitim hastanelerinde ise yüzde 20'yi geçmemeli'' diye konuştu.

Hastanelerin hizmet kalite belgesi alabilmeleri için de sezaryen oranının istenilen düzeyde olması gerektiğini ifade eden Güler, ''Sezaryenle doğum oranları belli bir düzeyin üstündeyse o hastanedeki işleyişin sezaryen anlamında iyi olmadığını düşünüyoruz. Kurumsal kalite çalışmalarında sezaryen oranı yüksek olduğu zaman bireysel performansı da olumsuz etkileyebilir. Ek ödemeye, döner sermayeye de olumsuz yansıyabilir'' dedi.

-DERNEKLERİN GÖRÜŞLERİ-

Hastanelerdeki sezaryen oranlarına kısıtlama getirilmesini tepki gösteren uzmanlık dernekleri temsilcileri de sezaryen yapılıp yapılmamasına hekimin karar verebileceğini, bunun sorgulanmasının etik olmadığı görüşünü savundular.

Türk Perinatoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Turgay Şener, çok sayıda normal doğum yaptırdıklarını ve bu tür önlemlerle sezaryen oranlarının düşürülemeyeceğini belirterek, ''Zorla kısıtlamalar hekim ve hasta çatışmasını kaçınılmaz kılacaktır. Hasta en ufak bir sorunda acaba normal doğumdan mı oldu diye soracak, hekim ise üzerindeki baskıdan dolayı normal doğuma yönelmemesi gereken durumlarda bile normal doğuma yönelecektir. Baskı arttıkça sorunları da beraberinde getirecektir'' dedi.

Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği Başkanı Prof. Dr. Bülent Tıraş da performans sisteminin hastanedeki kadın doğum uzmanları ile diğer hekimleri de karşı karşıya getireceğini savunarak, ''Bir hastaneye sizin hastanenizde sezaryen doğum oranı atıyorum yüzde şu kadar ise ben sizin performans puanlarınızı düşüreceğim. Bu demektir ki hastanedeki bütün uzmanların alacağı parayı düşürüyor. Yani kadın doğum uzmanları üzerinde diğer uzmanlar tarafından baskı artacaktır'' diye konuştu.

Türkiye Maternal Fetal Tıp ve Perinatoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Acar Koç ise ''Bakanlık normal doğumu teşvik etmek istiyorsa bunun reklamlarını yapmalı. Biz hekim olarak vazifemizi yaparız'' dedi.

Hava Kirliligi Fetusu Etkiliyor



Hava kirliliğinin fetüsü etkilediği ve kirlilik nedeniyle bebeğin yetişkin hale geldiğinde solunum hastalıklarına yakalanma riskinin arttığı bildirildi.

İsviçre'nin Bern Üniversitesinden bilim adamları, hava kirliliğinin fetüsün solunum ihtiyacını artırdığını, hava kirliliğine daha az maruz kalan fetüsün dakikada ortalama 42, daha fazla kalanın 48 kez nefes almak zorunda kaldığını belirttiler.

Philipp Latzin başkanlığındaki ekip, havadaki ozon ve azot dioksit seviyesi ile havada asılı kalan parçacıkların sayısını göz önüne alarak 241 bebek üzerinde araştırma yaptı.

Araştırma sonunda, hava kirliliği arttıkça fetüsün nefes alma sayısının, dahası solunum sistemi iltihabının oluşma riskinin arttığı ortaya çıktı.

Bilim adamları, "solunum sistemine yönelik bu zararlı etkilerin bebek yetişkin hale gelince solunum hastalıklıklarına yakalanma riskinin arttırabileceğini, dolayısıyla yaşam süresinin azalabileceğine" dikkati çektiler.

Araştırma, Berlin'de Avrupa Pnömonoloji Derneğinin yıllık kongresinde sunuldu.

Cocuklara Grip Asisi Yapilmali mi?



Uzman uyarısı: "6 ay-5 yaş grubundaki çocuklar ile prematüre doğan, kronik akciğer hastalığı, astım, böbrek ve kalp problemi olan çocukların mutlaka grip aşısı olmalı!"

Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi Dr. Meda Kondolot, 6 ay-5 yaş grubundaki çocuklar ile prematüre doğan, kronik akciğer hastalığı, astım, böbrek ve kalp problemi olan çocukların mutlaka grip aşısı olması gerektiğini söyledi.

Kondolot, AA muhabirine yaptığı açıklamada, risk gurubundaki çocuklara grip aşısını eylül ayından itibaren yapmaya başladıklarını bildirdi. Grip aşısının şubat ayına kadar yapılabileceğini ifade eden Kondolot, şu bilgileri verdi:

''Grip aşıları her yıl yapılıyor. Yaşa göre dozu ve sayısı da değişebiliyor. Genellikle 9 yaşına kadar ilk kez yaptığımızda 1 ay arayla 2 doz yapıyoruz. Daha sonraki yıllarda yapmamız gerekirse tek doz yapıyoruz. 6 ay-3 yaş arası çocuklara ise eğer ilk kez aşı yapılacaksa yarım doz yapıyoruz, ama 1 ay arayla 2 kez aşılıyoruz. Daha önce aşı yapılmışsa da sonraki yıllarda tek doz yapılmaya devam ediliyor.''

Kondolot, grip aşısı yapılmasının ''bir daha üst solunum yolu enfeksiyonu, nezle ya da grip geçirilmeyeceği'' anlamına gelmediğini, enfeksiyona neden olan yüzlerce virüs bulunduğunu, bu nedenle aşının sadece o yıl ağır seyredecek gripten koruduğunu belirtti.

Grip aşısını 6. aydan itibaren bütün çocuklara yapılabildiğini bildiren Dr. Meda Kondolot, şöyle devam etti:

''6 ay-5 yaş grubundaki çocuklar ile prematüre doğan, kronik akciğer hastalığı, astım, böbrek ve kalp problemi olan çocuklar mutlaka grip aşısı olmalıdır. Çünkü bu gruptaki çocuklarda üst solunum yolu enfeksiyonu sık görülmektedir. Bağışıklık sistemi yeterince gelişmeyenlerin de doktorlarına başvurarak grip aşısı yaptırmaları gerekiyor. Bazı metabolik hastalıkları olanlar da grip enfeksiyonu açısından risklidir. Aynı zamanda evde küçük bebek ya da bu hastalıkları taşıyan biri olduğu zaman diğer aile bireyleri ile anne ve babaya da grip aşısını öneriyoruz.''

Kondolot, sağlık personelinin de risk grubundu bulunduğuna dikkat çekerek, bu kişilerin de mutlaka grip aşısı olması gerektiğini bildirdi.

Halk arasında nezle ve gribin birbirine karıştırıldığına dikkati çeken Dr. Kondolot, ''Nezle birkaç gün süren burun akıntısı, hapşırık, öksürük ile karakterize bir hastalıktır. Gribin ise baş ağrısı, kas ağrısı, halsizlik, iştahsızlık, boğaz ağrısı, öksürük, burun akıntısı gibi daha sistemik belirtileri var'' dedi.

Yan etkisiz aşı olmadığını belirten Kondolot, grip aşısı yapılan yerde kızarıklık, ağrı ve şişlik görülebilileceğini, halsizlik, kas ve baş ağrısı ile iştahsızlık gibi geçici sistemik belirtilerin ortaya çıkabileceğini söyledi.

Basur ve Cibana Karsi Incir



İncir içerdiği yüksek orandaki kalsiyum ve fosforla kemik ve dişlerin sağlıklı oluşumu garantiliyor.

Ayrıca kurutulmuş incir yapraklarıyla hazırlanan dekoksiyon, hemoroit (basur) ve çıbanlara karşı etkilidir. Uzmanlar süt içemeyen kişilerin incir yemeleri öğütlüyor.

Ramazan'da Saglikli Beslenme Onerileri



İftar vakti geldiğinde aniden ağır yemeklere yönelmek, sahura kalkmadan oruç tutmak, bayramın ilk gününde birden aşırı yemek yemek gibi beslenme hataları ramazan ayında ve bayramda size zor anlar yaşatabilir.

Memorial Hastanesi Gastroenteroloji Bölümü’nden Uz. Dr. Duygu İbrişim, ramazan ve bayram süresince mide sağlığınızı korumak için yapılması gerekenler hakkında bilgi verdi.

Oruç tutarken sık karşılaşılan problemler, iftarda ve sahurda birden, aşırı miktarda yemek yenilmesi ve buna bağlı sindirim sorunlarıdır. Uzun süreli açlık, sıvı kaybı, tansiyon ve kan şekerinde düşüklüğe bağlı olarak yorgunluğa neden olabilir. Midede ağrı, yanma ve kabızlık bu dönemde en sık yaşanan şikayetlerdir.

ARA VEREREK YEMEK YİYİN
Yemeğe bir bardak su ve bir kase çorba ile başlamak en iyi yöntemdir. Sulu yumuşak gıdalar oruç sonrası sıvı ihtiyacını karşılar ve mideyi rahatlatır. Çorbadan sonra yemeğe birkaç dakika ara vermek açlık ve yorgunluk duygusunu azaltır. O zaman da her şeyden hızlıca ve bol miktarda yeme isteğini baskılamak kolay olacaktır.

İFTAR SOFRASI ÇOK ÇEŞİTLİ OLMASIN
Çorba sonrasında etli veya zeytinyağlı bir sebze yemeği ya da haşlama, buğulama veya ızgara et (kırmızı et, beyaz et veya balık) yanında haşlama sebzeler yenilebilir. Ekmek çok fazla miktarda olmadıkça hem doyurucu hem de hazmı kolaylaştırıcıdır. Makarna, pilav ve hamur işlerini az miktarda tüketin ve her iftarda masada bulundurmayın. Kompostolar, mevsim salataları, yoğurt, ayran ve cacık iftar sofralarının çok sağlıklı tamamlayıcılarıdır. Yemeklerin yavaş yenmesi ve iyi çiğnenmesi hem doymanızı kolaylaştırır, hem de sonrasında midede dolgunluk, ağrı, şişkinlik sorunlarını önler.

YEMEK PLANINI TOKKEN YAPIN
İftar alışverişini günün sonunda iyice aç olduğunuz bir zamanda yapmayın. Bu, her şeye daha çok özenmenize ve iştahınızın iyice açılmasına neden olur. Bir sonraki günün yemek planını bugünkü iftardan sonra yani karnınız tokken yapın.

İFTARLA SAHUR ARASI ÖZGÜRLÜĞÜNÜZÜ İLAN ETMEYİN
Akşam atıştırmalarında sütlü ve meyveli tatlılar, taze meyveler veya kuru meyveler ile birlikte az miktarda kuru yemiş, hem besleyici hem de yağlı hamur işlerine göre çok daha hafiftir. Bu dönemde sık sık su içmeyi unutmayın.
Yatmadan önceki son iki saat bir şey yemeyin. Böylece mideniz biraz boşalır, gece reflü ve sindirim sıkıntıları yaşamazsınız.

İFTARDAN SONRA YARIM SAAT YÜRÜYÜN
Yemekten iki saat sonra zamanınız ve hava koşulları uygunsa yarım saatlik bir yürüyüş daha zinde ve enerjik hissetmenizi sağlar. İftarın ağırlığını ve beyninizdeki yemek yeme dürtüsünü üzerinizden alır.

SAHURA KALKMAYI İHMAL ETMEYİN
Gece bolca yiyip yatmak ve sahura kalkmadan oruç tutmak sık yapılan bir hatadır. Yatmadan hemen önce aldığınız gıdalar sizin için kolayca alınacak kilolar demektir. Ayrıca sağlıksız bir uyku, reflü, midede yanma, ağrı, hazımsızlık, gaz yakınmalarını da beraberinde getirir. Dahası gün içinde sizi idame edecek desteği de sağlamaz.

SAHURDA SAĞLIKLI BİR KAHVALTI YAPIN
Ekmek, peynir, taze yeşillikler, haşlanmış yumurta (haftada iki gün), reçel, bal veya pekmez ile yapılan kahvaltı yeni gün için sağlıklı bir enerji verir ve acıkmanızı geciktirir. Sahurda su, süt, açık çay veya ıhlamur olarak bol sıvı almaya çalışın.

SUSUZ KALMAYIN
Vücudun susuz kalması ramazan ayında bağırsaklarında tembelleşmesine neden olur. İftar ve sahurda sulu yumuşak gıdaların ve suyun bol tüketilmesi, yeterli sebze meyve yenilmesi ve ağır yiyeceklerden kaçınılması bağırsak sorununu en aza indirecektir.


BAYRAMDA YEMEKLERE DİKKAT

Oruç sonrası normal beslenme alışkanlığına geçiş başlangıçta yadırganabilir. Bu da bazen düzensiz bazen de aşırı yemek yemeye neden olur. Bayram ikramlarının çoğunlukla şeker, karbonhidrat ve yağ içeriği yüksek olan tatlı ve hamur işleri olduğu düşünülürse dengeli beslenme daha da zorlaşabilir. Sindirim sistemi sorunlarının bayramlarda daha sıklaştığı unutulmamalıdır. Bir diğer sıkıntı da bayram ertesi farkına varacağınız fazla kilolardır!

Sabah Kahvaltısı Alışkanlığına Geri Dönülmeli
Sağlıklı bir sabah kahvaltısı en değerli öğündür. Oruç günlerinden kalan alışkanlıkla sabah kahvaltısını atlamayın. Böylelikle yeni güne daha canlı başlarsınız ve daha geç bir saatte daha çok miktarda yemek istemezsiniz. Bayramda öğünlerinizin düzenli olmasına dikkat edin, ama porsiyonlarınız çok büyük olmasın.

Bayram Gezmelerine Dikkat
Bayram lezzetlerinin tadına bakmak hakkınız. Ancak bir gün içerisinde yiyeceğiniz miktarı sınırlamak gerekir. Özellikle arka arkaya yapılan bayram ziyaretlerinde sunulan her şeyi bitirmek zorunda hissetmeyin. Çay, kahve, konsantre ve gazlı içecekleri de ölçülü tüketmek gerekir. Bol su içmeyi ihmal etmeyin.

Bayramda Dinlenin
Oruç yorgunluğunu üzerinizden atmak için bayramda bol bol dinlenin. Bayram hazırlıklarında aşırıya kaçarak kendinizi hırpalamayın. Zinde ve güler yüzlü bir ev sahibi en iyi ikramdır.

Asiri Spor Kadinlari Kisirlastiriyor



Uzmanlar, kadınların uyguladıkları ağır sporla bünyelerindeki yağ oranını tükenmeye yakın hale getirdikleri için hamile kalmakta zorlandıklarını belirtti.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakan Yaralı, kadınları spor yaparken aşırıya kaçmamaları konusunda uyardı. Yaralı, hamilelere egzersiz olarak sadece yüzmeyi önerdi.

Suya Baliklama Atlama Felce Neden Oluyor



Sığ suya balıklama atlama boyun kırıklarına neden olmakta. Omuriliğin hemen yakınında solunum merkezi bulunuyor. Kırılmaya bağlı omuriliğin birden şişmesi solunum merkezini etkiliyor ve boğulma meydana geliyor. Eğer, kişiyi sudan çıkaracak birisi yoksa boyun kırılması sonucu sığ suda boğularak ölüyor. Sığ suya balıklama atlayan kişi boğulmaktan kurtulsa bile, omurilik kırıklarından dolayı boyundan aşağısı felç oluyor. Her iki durumda da sonuç, trajedi.

Sığ suya atlama vakaları:

1) Çoğunlukla 15-25 yaş arası erkeklerde görülüyor. (Maalesef bu yaş grubu gençler sığ suya balıklama atlamayı önemli bir güç gösterisi olarak görüyorlar.)

2) Gece saat 01.00 da özellikle turistik tesislerde konaklayan tatilcilerin alkol aldıktan sonra ya da öğleden sonra 13.00 da serinleme amaçlı kontrolsüz bir şekilde sığ suya veya havuza atlamaları sonucu gerçekleşiyor.

3) Yanlış ilkyardım uygulamaları sonucu kazazedeler ya felç oluyorlar ya da ölüyorlar.

4) Sığ suya balıklama atlayanların %30’u kısmi veya tam felç oluyor.

Sığ suya atlama vakalarında uygulanması gereken ilkyardım yöntemi ise;

Kazazede 3-4 kişi tarafından taşınmalı. Taşınma sırasında boyun, sırt ve bel omurları hiç bükülmemeli, sağa-sola çevrilmeden yatırılmalı. Normal boğulma vakalarına uygulanan ‘su çıkarma’ yöntemi, sığ su vakalarına uygulanmaz. İlkyardımda önce kişinin ağzı açılır, ağzı tıkayan yosun parçası gibi bir şey varsa çıkarılır. Yaralanmada omurgada ‘gizli’ kırıklar meydana gelebiliyor. Bu nedenle yaralıların mutlaka omurgasında kırık varmış gibi davranılmalı. Boyun omurları kırıldığı halde, omuriliği zedelenmeyen şanslı kişilerin beyin ve omurilik cerrahisi yapılan merkezlere doğru taşınması hayati önem taşımaktadır.

Sığ suya balıklama atlama sonucu boynu kırılarak boğulan kişilere, normal boğulma vakalarındaki ilkyardım yöntemi olan baş aşağı çevrime, silkelenerek su çıkartma asla ve asla uygulanmamalıdır. Çünkü, omurga kırığı oluşmuş ve hala omurilik kesilmemişse, bu silkelenmeden sonra kesiliyor ve kişi felce mahkûm ediliyor.

Kansere Karsi Mucizevi Yontem



Kansere karşı yüksek dozda C vitamini ile çözüm aranıyor..

ABD’deki araştırmalara göre C vitamini, kanserli hücrelerin ürettiği kimyasallarla reaksiyona girerek hastalığın ilerlemesini engelleyip tümörleri küçültüyor

ABD’li bilim adamları, yüksek dozda C vitamininin kanserin ilerlemesini durdurabileceğini açıkladı. Bilim adamları, C vitaminin kanserli hücrelerin ürettiği kimyasallarla reaksiyona girerek asit oluşturduğunu söyledi. “Askorbat” da denilen C vitaminin ürettiği bu asit nedeniyle kanser hücrelerinin ölebileceği de kaydedildi.

Maryland’deki Ulusal Sağlık Enstitüsü’nde yapılan deneylerde yüksek dozda C vitamini verilen laboratuvar farelerinde beyin, yumurtalık ve pankreas tümörlerinin yarı yarıya küçüldüğü gözlemlendi. Bilim adamları, fareler üzerindeki bu başarılı deney üzerine söz konusu tedavi yönteminin insanlarda da uygulanabileceğini belirttiler.

Hapla olmaz!
Bilim adamları, C vitamini dozajını vücudun toplam ağırlığına göre kilo başına 4 gram olarak belirledi. Bu miktarın vitamin hapları ile elde edilemeyeceği, çünkü sindirim sisteminin belirli bir miktarın üzerinde C vitaminini emmediği bildirildi. Bu nedenle laboratuvar hayvanlarına yüksek dozda C vitamini karın bölgelerine yapılan enjeksiyonla verildi. C vitamini verilen farelerde kanser küçülürken öteki hayvanlarda kanserler hızla yayıldı.

Iste 10 Mucize Yiyecek !



Bu birbirinden yararlı yiyecekleri sofranızdan eksik etmeyin...

Sağlığın doğada saklı olduğunu biliyoruz. Peki sağlığımıza faydalı yiyecekler neler bunları merak ediyor musunuz?

Amerikalı beslenme uzmanı ve yazar Dr.Johnny Bowden'in hazırladığı sağlıklı besinler listesi tam size göre. Bu yiyecekleri sofranızdan eksik etmeyin!

Şalgam: Adeta kırmızı ıspanak gibidir. Doğal kırmızı pigmentleri vücut direncini artırır. Şalgam ısıtıldıkça antioksidan etkisi azalır. Mümkünse çiğ olarak doğrayın ve salatanıza katın.

Lahana: Sülfarofan gibi çok sayıda besleyici ve bağışıklık sistemini güçlendirici madde içerir. Burgerler ve sandviçlerinizin içine bile koyabilirsiniz.

Pazı: Karotenoidler bakımından zengin bu bitki, gözlerde yaşlanmadan kaynaklanan tahribatı azaltır.

Tarçın: Kan şekeri ve kolesterol seviyelerini düzenlemeye yardımcı olur. Çay veya kahvenizin üstüne bir miktar serpip içebilirsiniz.

Nar suyu: Antioksidanlarla dolu bu gıda, tansiyonunuzu düşürecektir. Nar suyunuGünde bir bardak için.

Erik kurusu: Taze erik tadında olmayabilirler ama antioksidan bakımından zengindirler.

Kabak çekirdeği: Kabağın en besleyici kısmıdır. Magnezyum ve yüksek seviyede mineraller içerir.

Sardalya: Konservedeki sağlıklı besin. Omega-3 bakımından zengin ve hiç kurşun içermeyen bir besin maddesi. Kalsiyum ve magnezyum ve yararlı mineraller bakımından çok zengindir ve B vitamini deposudur. İster salatanıza katın, ister sandviç olarak yiyin, isterseniz hardal ve soğanla birlikte tabakta servis yapın.

Safran: Baharatların süperstarıdır. Her türlü sebze yemeğine katabilir veya omlet ve yumurtanızın üstüne koyabilirsiniz. Ateş düşürücü ve vücut direncini artırıcı etkilere sahiptir.

Dondurulmuş yabanmersini: Dondurma işlemi bazı sebze ve meyvelerin besleyici değerlerini azaltır. Ama markette gözünüze çarparsa bu meyveyi pas geçmeyin.

Gunesten Korunmak Icin 40 Faktor Sart



Güney sahillerinde, güneşten korunmak için 40 - 50 faktör korumalı kremleri tercih etmek gerekiyor.

Hava sıcaklığın diğer bölgelere oranda daha fazla hissedildiği güney sahillerini tercih eden tatilcilerin, bronz bir tene sahip olma uğruna güneş ışınlarının yan etkilerinden zarar görmemek için 40-50 faktör korumalı krem kullanması ve bu ürünlerin de ortalama 2,5 saatlik bir etkisinin bulunduğu bilinciyle hareket etmesi gerektiği bildirildi.

Çukurova Üniversitesi (ÇÜ) Tıp Fakültesi Dermatoloji Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Hamdi Memişoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, doğadaki tek ultraviyole kaynağı olan güneşin faydalarının yanı sıra zararlarının da olduğunun unutulmaması gerektiğini söyledi.

Memişoğlu, vücudun D vitamini gereksiniminin büyük ölçüde güneş sayesinde sağlandığını belirterek, ''ancak uzun süre ve korunmasız bir şekilde güneş altında kalınması cilt kanserinden güneş yanıklarına, lekelerden erken yaşlanmaya kadar pek çok soruna yol açabilmektedir'' diye konuştu.

Küresel ısınmaya bağlı olarak hava sıcaklıklarında yaşanan artışa dikkati çeken Memişoğlu, artık vatandaşların bilinçlendiğini ve güneşin etkisini azaltmaya yönelik önlemlere yöneldiklerini ifade etti.

Memişoğlu, güneşlenirken mutlaka krem kullanılması gerektiği uyarısında bulunarak, şunları söyledi:

''Hava sıcaklığının diğer bölgelere oranla daha fazla hissedildiği güney sahillerini tercih eden tatilciler, güneş ışınlarının yan etkilerinden zarar görmemeleri için 40-50 koruma faktörlü güneş kremi kullanmalılar. Hava sıcaklığının daha az olduğu diğer bölgelerde ise faktör oranı biraz düşürülebilir. Krem kullanmama durumda ise güneş yanıkları ve alerjiler ortaya çıkar. Uzun dönemde ortaya çıkan en kötü sonuç cilt kanserleridir. Bronz bir tene sahip olmak için uzun süre güneşlenmek, ciltte erken yaşlanma ve ilerleyen dönemlerde kansere yakalanma riskini tetikliyor. Güneşin zararlı etkisi, özellikle çocuklarda ve açık tenli insanlarda çok daha yüksek düzeyde görülüyor.''

KREMLE KORUMADA ZAMAN UYARISI

Memişoğlu, bazı vatandaşların denizden çıktıktan sonra güneş kremi kullanarak uzun süre güneşlendiklerinin gözlemlendiğini, bunun son derece yanlış olduğunu söyledi.

Normal güneş kremlerinin koruma süresinin en fazla 2,5 saat olduğunu vurgulayan Memişoğlu, ''içerisinde liposom katkı maddesi içermeyen normal güneş kremleriyle en fazla 2,5 saat güneşlenilebilir. Daha sonra krem etkisini kaybeder ve koruma özelliğini yitirir. Herhangi bir durumla karşılaşmamak için koruyucu kreme güvenerek 2,5 saatten fazla güneşte kalınmamalılar. Liposom içeren güneş kremlerinde bu süre biraz daha fazladır'' dedi.

Migren Sinsi ve Kadinsever Bir Hastalik



Dicle Üniversitesi (DÜ) Tıp Fakültesi Nöroloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Nebahat Taşdemir, migrenin eğitim düzeyi yüksek, her şeyi kafasına takan, mükemmeliyetçi kadınlarda daha çok görüldüğünü bildirdi.

Prof. Dr. Taşdemir, AA muhabirine yaptığı açıklamada, migrenin iş gücü kaybına neden olan şiddetli baş ağrısı olduğunu söyledi.

Ataklar ve genellikle yarım baş ağrısı şeklinde kendini gösteren hastalığın atak sırasında hastanın ışıktan, sesten, kalabalıktan rahatsız olduğunu belirten Taşdemir, ayda 4-5 atağı olan hastalarda bazen bu atakların 72 saat kadar sürebildiğini ifade etti.

Taşdemir, baş ağrısının orta şiddetten çok şiddetliye kadar seyredebildiğini kaydederek, ''Migren, daha çok kadınları tercih eder'' dedi.

-''MASUM BİR HASTALIK DEĞİL''-

Hastalığın kalıtımsal olabildiğini, yanıp sönen ışıklar, parfüm kokuları, peynir, özellikle kırmızı şarap, portakal türü meyveler, domates, salam, sosis ve turşu gibi gibi bekletilmiş gıdaların hastalığı tetiklediğini belirten Taşdemir, şöyle konuştu:

''Hastalarımıza ilacın yanı sıra eğitim veririz. Hastaya 'ağrının sevmediği şeyleri yapma, uykusuz kalma, az veya çok uyuma' şeklinde uyarılarda bulunuruz. Çünkü migren pek de masum bir hastalık değil. Beyinde bazı hasarlar meydana getirebiliyor. Damarlarda tıkanıklıklara yol açabiliyor. Yüzde, elde, bacakta uyuşmalar veya güç kaybı, bütün bu belirtiler ağırının geleceğini haber verir. Bu dönemde beyin damarları daralır. Beyinde bölgesel kan akımı azalır.''

-STRES EN ÖNEMLİ TETİKLEYİCİ FAKTÖR-

Baş ağrısını tetikleyen en önemli faktörün stres olduğunu, şehirli, eğitim düzeyi yüksek, her şeyi kafasına takan, mükemmeliyetçi kadınlarda migrenin daha çok görüldüğünü belirten Taşdemir, migrenin tedavi edilebilen bir hastalık olduğunu kaydetti.

Hastalığın sıklığını ve şiddetini azaltmaya yönelik tedavilerin yapıldığını ayda 4-5 atağın daha aza indirgenebildiğini belirten Taşdemir, ''Her baş ağrısı migren değildir. Migren ataklar halinde gelir ve ataklar belli bir zaman içinde devam eder. Zonklayıcıdır. Sıkıştırıcı değildir'' dedi.

Prof. Dr. Taşdemir, stresten olabildiğince uzak durma, oksijeni bol yerlerde yürüyüş türü hafif egzersizler yapma ve tetikleyici gıdalardan uzak durma önerisinde bulunarak, şöyle konuştu:

''Hastalarımızın doktor kontrolünde ilaç kullanması gerekiyor. Gelişigüzel ilaç kullanmamalarını öneriyorum. Bazı baş ağrıları hastanın hayatında gördüğü en kötü baş ağrısıdır. Beyninde bomba patlamış gibi hisseder. Birdenbire yaşanan böyle bir ağrı, damar çatlamasına bağlı beyin kanaması veya beyin tümörü olabilir. Bu durumda vakit geçirmeden nöroloji kliniğine başvurulması şarttır.''

Hamile Kadina 'Mevsimlik' Oneriler



Sıcak hava anne adayları için risk. Peki nasıl korunmalı?

Hacettepe Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tarık Aksu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, hamilelerin, sıcak havanın etkisiyle bazı sağlık sorunları ile karşılaşabileceklerini ifade ederek, giyim, spor ve beslenmeye yönelik önlemlerle, sıcak havanın olumsuz etkisinin azaltılabileceğini söyledi.

Mevsim normallerinin üzerinde seyreden hava sıcaklıklarının yorgunluk, yüksek tansiyon, sırt ağrısı, varis, ayaklarda ödem ve ciltte güneş lekeleri gibi birçok sağlık problemine yol açabildiğini belirten Aksu, özellikle hamilelerin bundan çok etkilendiğini ifade etti. Aksu, "Sıcak havanın etkisiyle vücudun susuz kalması, rahimde kasılmalara, kasılmalar doğum sancılarına ve erken doğuma neden olabilir" uyarısında bulundu.

Aksu, gebelerin, enfeksiyonlara karşı direncinin diğer bireylere göre daha düşük olduğunu vurgulayarak, mantar, idrar yolu ve vajina enfeksiyonların da erken doğuma neden olabilecek sorunlar yaratabileceğine dikkati çekti. Sıcak havanın etkisiyle aşırı terleme, kızarıklık ve kaşıntının çeşitli mantar rahatsızlıklarına yol açabileceğini anlatan Aksu, gün içinde sık sık ılık duş alınmasının faydalı olacağını kaydetti.

"GÜNDE 8-10 BARDAK SU İÇİLMELİ"

Aksu, sıcak havalarda, her zamankinden daha fazla sıvı alınması, günde 8-10 bardak su içilmesi ve bunun yanı sıra taze meyve suları ile limonata gibi içeceklerin tüketilmesi gerektiğini belirterek, çay, kahve, kola gibi kafein içeren içeceklerden uzak durulmasını önerdi.

Hamilelerin, vücudun su ihtiyacını artıracağı ve tansiyonun yükselmesine neden olabileceği için tuzlu gıdalardan uzak durması, baharatlı yiyeceklerden ve az pişmiş etlerden kaçınmaları gerektiğini anlatan Aksu, "Kızartma türü yiyecekler tüketilmemeli, mümkün olduğunca haşlama yiyecekler yenmeli, bol sebze ve meyve tüketilmeli, karbonhidrat ağırlıklı besinlerden uzak durulmalı, sık sık ve az miktarlarda beslenilmeli" diye konuştu.

AÇIK RENK KIYAFETLER

Gebelerin güneşin zararlı etkilerinden korunmak için öğle saatlerinde kesinlikle dışarı çıkmamaları gerektiğini vurgulayan Aksu, çıkılmas halinde ise geniş şapka takılması ve vücudun açıkta kalan yerlerine yüksek faktörlü koruyucu krem sürülmesini tavsiye etti.

Hamilelerin, ter emilimini sağlayan açık renk, pamuklu, keten ve geniş kıyafetler giymesinin uygun olacağını belirten Aksu, sıcak havanın etkisiyle ayakların şişmemesi, nefes alabilmesi ve vücut dengesinin sağlanması için de ortopedik ve rahat ayakkabıların tercih edilmesi gerektiğini söyledi.

Aksu, hava sıcaklığının olumsuz etkilerinden korunmak için hamilelere şu önerilerde bulundu: "Sıcaklığın en fazla olduğu 11.00-16.00 saatleri arasında dışarı çıkılmamalı, sabah ya da güneşin etkisini kaybettiği saatlerde kısa
süreli güneşlenmeler yapılmalı.

Güneşlik altında dahi olsa sıcakta uzun süre kalınmamalı. Dışarı çıkarken geniş kenarlı şapka ve güneş gözlüğü takılmalı, yüksek faktörlü güneş koruyucu ürün kullanılmalı.


Ani tansiyon düşmeleri, aşırı terleme ve su kaybı, bayılmaya yol açabileceği için, vücuttaki su ve mineral kaybını önlemek amacıyla bol su ile birlikte az şekerli limonata, meyve ve maden suyu tüketilmeli, bacaklardaki ödemi gidermek için uzun süre ayakta durulmamalı ve aynı pozisyonda oturmaktan kaçınılmalı, Varis problemi olan hamileler, özel varis çorapları kullanmalı, Ağır ve fazla miktarda yemek yememeye özen gösterilmeli. Sebze, meyve
ağırlıklı beslenmeye dikkat edilmeli, Aşırı sıcağın etkisiyle besin zehirlenmeleri ile karşılaşılmaması için açık yerlerde satılan gıdalar tüketilmemeli,

Kan dolaşımının rahat sağlanabilmesi ve ödemin oluşmaması için uzun uçak yolculuğu yapılmamalı. Özel araçla yapılacak yolculuklarda ise 2 saatte bir mola verilerek 10 dakika kadar yürünmeli."

"YÜZMEK, DOĞUMU KOLAYLAŞTIRIYOR"

Yüzmenin, karın kaslarını sıkıştırdığı için doğumu kolaylaştırdığını belirten Aksu, özel bir durum söz konusu olmadığı sürece anne adaylarına
bol bol yüzmelerini önerdi.

Aksu, hamilelerin çok sıkı olmayan bir mayo ile serbest ve sırt üstü stillerde yüzmesinin hem anneyi hem bebeği rahatlatacağını ve karın
kaslarını sıkılaştıracağını, koruyucu kremlerin de bebeğe zarar vermediğini ifade etti.

Keneyi Oldurmek Icin Eline Aldi, Kendi Oldü



Çorum’dan Kırım Kongo Kanamalı Ateşi hastalığı şüphesiyle Ankara’ya sevk edilen genç, tedavi gördüğü hastanede öldü.

AA muhabirinin edindiği bilgiye göre, Çorum’un Sungurlu ilçesi Demirşeyh beldesinde Muhammed Büyükgüllü (15), önceki hafta köyde hayvan otlatırken, köpekte bulunan keneyi alarak eliyle ezdi.

Daha sonra ellerini yıkamayan Muhammed Büyükgüllü, 2 gün sonra ateşi çıkınca babası Salih Büyükgüllü’ye haber verdi. Babası tarafından Sungurlu Devlet Hastanesine getirilen genç, kan tahlilinin ardından Çorum Devlet Hastanesine sevk edildi.

Muhammed Büyükgüllü, Çorum’daki müdahalenin ardından Kırım Kongo Kanamalı Ateşi hastalığı şüphesiyle sevk edildiği Ankara Numune Hastanesinde dün akşam saatlerinde öldü.

Gencin ölümünün ardından Büyükgüllü’nün ailesi Ankara Numune Hastanesine çağrıldı. Burada aileden alınacak kan örneklerinin inceleneceği bildirildi. Kırım Kongo Kanamalı Ateşi hastalığından bu yıl Çorum’da 6 kişi hayatını kaybetmişti.

Dikkat! Bu Yaglar Kanser Yapiyor



Defalarca kullanılan kızartma yağı kansere davetiye çıkarıyor..

Erciyes Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ahmed Kayacıer, Ege Üniversitesi (EÜ) İzmir Atatürk Sağlık Yüksekokulu tarafından düzenlenen Uluslararası Gıda, Beslenme ve Kanser Sempozyumu'na katıldı.

Kızartmanın gıda endüstrisinde yaygın olarak kullanılan bir işleme tekniği olduğunu belirten Doç. Kayacıer, "Genel olarak kızartma işlemi, ürünün derin bir yağ içine daldırılması ve pişirilmesinden ibarettir. Bu süreçte temel amaç, hızlı pişirmenin yanında ürüne farklı bir lezzet kazandırmaktır. Kızartma esnasında ürünle yağ arasında ısı ve kütle transferleriyle bir dizi reaksiyon oluşumu sonucu, yağda çeşitli fiziki ve kimyevi değişimler meydana gelmektedir" dedi.

Kızartmalık yağlarda sıcaklığın etkisiyle trans yağ asidi oluştuğunu anlatan Ahmed Kayacıer, "Bu yağ asitleri, kötü kolestrolü arttırarak kalp damar hastalığı riskini yükseltmektedir. Bazı çalışmalar, yağın kızarması sırasında ortaya çıkan oksidasyon ürünlerinin kanserojen etkili olduğunu ortaya koymaktadır" şeklinde konuştu.

Coca Cola'da Kansorejen Madde



Sudan sonra en çok tüketilen Coca Cola'da bulunan E211maddesinin siroza neden olduğu ortaya çıktı. DNA bozukluğuna da yol açan E211 ürünlerden çıkarılacak.

Piyasaya çıktığı ilk günden beri içerisindeki katkı maddelerini bir sır gibi saklayan Coca Cola firmasının sırrı sonunda çözüldü. Yapılan araştırmalarda Coca-Cola'nın içerisinde E211 (Sodyum Benzoat) maddesinin bulunduğu saptanmış, firma uzun süre bu iddialara karşı sessiz kalmıştı. Sodyum Benzoat maddesi siroz, parkinson gibi hastalıklara davetiye çıkarıyor, hiperaktivite bozukluğuna neden oluyor ve DNA'ya zarar veriyor.

KÜFLENMEYİ ÖNLÜYOR

Genel olarak gazlı içeceklerin birçoğunda bulunan ve küflenmeyi önleyen bu maddenin C vitaminiyle karşılaşınca kansorejene dönüştüğü belirtildi. Coca Cola firması ilk olarak Diet Colalar'dan bu maddeyi çıkartacaklarını ve yıl sonuna kadar tamamen kullanımdan kaldıracaklarını açıkladı. Firma sözcüsü bu maddeyi kullanmayı bırakacaklarını açıklasa da Sodyum Benzoat'ın yerini tutacak başka bir bileşen bulamadıklarını da itiraf etti.

Güneş Gözlüğü Alırken Aman Dikkat



Ozon tabakasındaki hasar ve küresel ısınmanın getirdiği sonuçlar güneş gözlüğü kullanımını hızlandırdı. Peki gözlük alırken en çok nelere dikkat etmeli, nelerden sakınmalıyız?

Göz, insanın en önemli organlarından biri. Dünyayı onunla görüp, onunla tanıyor, onunla algılıyoruz.

Gözlerimizi korumak için yapmamızı gerekenlerin çoğu zaman yeterince farkına varamıyoruz. Vücudumuzun penceresi konumundaki gözlerimizi korumak için hem göz sağlığı uzmanları, hem de gözlük satıcılarının uyarıları var.

GÖZLÜK ALIRKEN YAPMAMIZ VE
YAPMAMIZ GEREKENLER

Göz sağlığı uzmanlarının uyarılarının temel dayanak noktası, gözün korunmasına yönelik.

Bir kere alınması gereken gözlüklerin, gözlerinizi güneşin ultraviyole ışınlarından koruması gerekiyor. Güneşten dünyaya yansıyan ultraviyole ışınlar, yanıklara, değişik deri kanserlerine neden oluyor. Bu ışınlar gözlerde de kalıcı hasarlara yol açabiliyor.

Yeditepe Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Muhsin Altunsoy, ultraviyole ışınlarının korneada kurumaya bağlı enfeksiyonlara neden olduğunu belirterek şunları söyledi:

“Uzun süreli ultraviyole ışınlara maruz kalma sonucunda gözün saydam tabakasında kalınlaşmalar olabilir. Bu oluşumlar gözün beyaz zarında sarımsı, kanlanmış nokta veya lekeler olarak izlenir. Birçok klinik gözleme göre, uzun süreli güneş ışınlarına maruz kalmanın katarakt oluşumuna etkisi olduğu dile getirilir.”

Yrd. Doç. Muhsin Altınsoy, alınacak güneş gözlüğünün mutlaka ultraviyole ışınlarını koruma faktörlü olması gerektiğinin altını çizdi. Özellikle açık ten ve açık göz rengi olanların daha dikkatli olması gerektiğini belirten Yrd. Doç. Altınsoy şunları söyledi:

BU BİLGİLER KULAĞINIZDA KÜPE OLSUN

- Özellikle açık rengine sahip olanlar, gözlerini güneşten daha çok korumalı. Çünkü açık renk gözlüler, koyu renk gözlülere göre daha hassastır.

- Gözlük alımında en dikkat edilmesi gereken nokta, UV ışınlarını emiyor olması.

- Güneş gözlükleriyle güneşe doğrudan bakıldığında gözü koruduğu gibi bir iddia tamamen asılsızdır. Böyle bir hareket, görme noktasında geriye dönüşü olmayan hasarlara yol açabilir.

- Gözünde optik sorunu olanlar, mutlaka numaralı güneş gözlüğü kullanmalı.

- Plastik camlı güneş gözlükleri, hem UV’yi geçirmez, hem de kırıldığında göze zarar varamdiği için tercih edilmeli.

- İşportadan gözlük alınmamalı, gözlük alırken kalitesine güvenilenler tercih edilmeli.

GÖZLÜK, AKSESUAR VE GÖZ SAĞLIĞI ARACI

OSSE gözlüklerinin Yönetim Kurulu Başkanı Ali Demirel de gözlük alımında dikkat edilmesi gerekenlere vurgu yaptı. Bir İngiliz atasözünü hatırlatan Demirel, “Kimse ucuz alacak kadar zengin olmamalı” dedi. Gözü korumak için hassas davranılması gerektiğine vurgu yapan Ali Demirel, 5-10 liralık gözlüklerin renkli camdan öte bir koruculuğunun olmadığını söyledi. Demirel, gözlük seçiminde şu uyarıları yaptı.

”Bir kez alacağımız gözlük kullanma amacımıza uygun olmalı. Spor yaparken kullanacağımız güneş gözlüğü ile araba kullanırken ya da şehirde gezerken takacağımız gözlük farklılıklar gösterir. Güneş gözlüğü alırken sadece şıklığına ve modeline bakılmaz. Gözlük yüzünüzde rahat durmalı, yüzünüze oturmalı. Bu çok önemli.

Gözlük seçimi, yaşa, statüye ve yaşam felsefesine göre değişiyor. İnsanlar iki değişik nedenle gözlük alıyorlar. Bunlardan birisi insanlar rahat ettiği ürünü almak istiyorlar. Bir başka neden ise giyim tarzına göre bir gözlük sahibi olmak istiyorlar.

Türkiye’de satılan güneş gözlüklerinin yüzde 80’inin çerçevesi siyah renkte. Bu durum Batı’da ise yüzde 45 civarında. Oralarda her renk gözlük çerçevesi bulunuyor. Tüketici, kendilerinin dünyayı algılamalarını sağlayan gözlerine daha korumacı davranmalı.

Güneş gözlüğü, bir aksesuar olarak görüldüğü kadar göz sağlığı için gerekli bir araç olarak görülmeli.”

Beyin Tümörüne Karşı Aşı Geliştirildi



Beyin tümörü türlerinin en sık rastlanan ve en tehlikelisi olan "glioblastoma" tümörü hastalarının yaşam süresinin, bir aşıyla 2 katına çıkarılabildiği bildirildi.

Kuzey Carolina'daki Duke Üniversitesinden John Sampson, Amerikan Klinik Onkoloji Birliği'nin (ASCO) Chicago'da düzenlenen 44. yıllık konferansında bu aşının testleri hakkında bilgi verdi.

Aşının ileri derecede "glioblastoma" tümörü hastası olan 23 kişi üzerinde denendiğini belirten Sampson, bu kişilerin teşhisin konulmasından sonra 33 ay yaşadıklarını söyledi.

Sampson'a göre, bu tümörün görüldüğü, şu anki standart uygulamayla tedavi edilen hastalar ortalama 14 ay yaşayabiliyor.

Aşıyla ilgili araştırmada, aşının tümörün tıbbi müdahaleyle alındıktan sonra yeniden ortaya çıkmasını da geciktirdiği ortaya çıktı. Aşılanan hastalarda tümörün ortalama 16,6 ay sonra yeniden ortayla çıktığı, aşılanmayanlarda ise ortalama 6 ay sonra tekrar görüldüğü kaydedildi.

Amerikan Avant Immunotherapeutics Inc. şirketi tarafından üretilen ve Pfizer şirketi tarafından ticari hakları satın alınan aşının, vücudun bağışıklık sistemini, tümörle mücadele etmesi için canlandırdığı belirtildi.

"Glioblastoma" tümörü görülen hastaların yüzde 50'sinin, hastalığın teşhisinin konulmasından sonra 1 yıl içinde hayatını kaybettiği, çok azının 3 yıldan fazla yaşadığı belirtiliyor.

Karpuzu Aç Karnına ve Çekirdekleriyle Yemek Yararlı



Karpuzun faydasından tam yararlanmak için aç karnına ve çekirdekleriyle birlikte tüketilmesi gerektiği belirtildi ve çekirdeklerinin de çok faydalı olduğu hatırlatıldı.

Sakarya Vatan Hastanesi Başhekimi Dursun Bostancı, karpuz çekirdeği içinde bulunan 'cucurbocitrin' adlı maddenin kan basıncını düşürmeye ve böbrek fonksiyonlarını düzenlemeye yardımcı olduğunu belirtti. Bostancı, "Karpuzun çekirdekleri çok faydalı. Karpuz çekirdeği, midede herhangi bir şikayete sebep olmaz. Ayrıca az miktarda olsa bile barındırdığı likopen maddesi de kalbi enfarktüsten koruyor."diye konuştu.

Karpuzun aynı zamanda iyi bir lif kaynağı olması sebebiyle bağırsak hareketlerini düzenlediğini ve bağırsak kanseri türlerinden koruduğu bilgisini veren Bostancı, "Yağ ve kolesterol içermiyor. Büyük bir kısmının su olması sebebiyle vücudun yaz aylarındaki sıvı kaybını önlüyor. Böbrekleri çalıştırıyor, idrarı düzenliyor. Bol miktarda B ve C vitamini içeriyor, zindelik ve enerji veriyor. Antioksidan özelliği ile kanserden koruyucu etkiye sahip. Karpuz, kilo vermeyi kolaylaştırıyor." şeklinde konuştu.

Ağrılara Veda Edin



Parmaklarınızı doğru kullanın ağrılara veda edin...

Kulak ceninin ana rahmindeki duruşunun şematik olarak aynısı. Ve tüm akupunktur noktaları kulak üzerinde bu esasa göre yer almış. Şimdi...

Başınız, boynunuz, beliniz, sırtınız, bacaklarınız, kalçanız, ayaklarınız, omzunuz ağrıdığında yapacağınız tek şey kulaklarınıza masaj yapmak. Kulağınızı baş ve işaret parmaklarınızın arasına alarak kulak kepçesinden başlayarak, dayanabildiğiniz kadar güçlü ve sıkarak masaj yapın.

İlk anda bazı noktalar acıyacaktır ( bunlar bedendeki ağrıyan bölgelerin kulaktaki refleks noktalarıdır ) kısa bir süre sonra bu ağrılar kaybolacak. 2 -3 dakika bu masajı yapmanız yeterli olur. İsterseniz uzatabilirsiniz de. Zaten masajın sonuna doğru bedeninize bir sıcaklıklığın yayıldığını hissedeceksiniz. Bunun ardından ağrılarınızın azaldığını ve kaybolduğunu da...

Hiçbir yan etkisi olmayan bu uygulamayı herzaman her yerde kendinize ve ağrısı olan yakınlarınıza uygulayabilirsiniz. Yorulduğunuzda, uzun otobüs ya da araba yolculuklarında oturmaktan ağrılara maruz kaldığınızda, çok üşüdüğünüzde ve bedeninizi dengeye kavuşturmak için mucize benzeri bu uygulamayı kullanabilirsiniz.

Önemli olan kulağın her noktasına dokunun. Kulağınız size hemen yanıt verecektir. Kulaklar bedeni hisseder, görür ve duyar. Siz de şefkatli ellerinizi esirgemeyin.

Telefonu Çalar Çalmaz Açma



Cep telefonunu çalar çalmaz açmak 'alo' demek sağlığa zararlı. Neden mi? İşte yanıtı...

Mersin Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Çevre Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Dr. Halil Kumbur, cep telefonunun vazgeçilmez iletişim aracı olduğunu ancak, birkaç küçük önlemle verdiği zararların en aza indirilebileceğini bildirdi.

Prof. Dr. Kumbur,, uluslararası bilimsel araştırmaların cep telefonunu sık kullananlarda vücut ısısının artmasına bağlı olarak işitme ve görme bozukluluklarıyla kanser riskinin arttığının belirlendiğini, bu ve buna benzer birçok zararlı etkilerine rağmen cep telefonuyla yapılan görüşmelerde sınırların aşıldığını söyledi. Prof. Dr. Kumbur, özellikle GSM firmalarının rekabeti ve bedava görüşmelerin, cep telefonuyla gereğinden fazla konuşma yapılmasına, hatta konuşma çılgınlığına neden olduğunu kaydetti.

Prof. Dr. Halil Kumbur, cep telefonunun verdiği zararı en aza indirmek için alınması gerekenlere dikkati çekerken, şunları söyledi:

''Cep telefonu diğer birçok elektronik eşyalar gibi sadece alıcı değil aynı zamanda verici durumundadır. Bu nedenle aşırı derecede cep telefonu kullanan kişilere elektrik yüklemesi yapar. Telefona ilk sinyal geldiğinde doğrudan açılarak kulağa götürülmemeli, aksi halde kulağa götürülen telefonla vücut yüzde 50 daha fazla enerji saldırısına maruz kalır.

Telefon çalıp, açma düğmesine dokunduktan birkaç saniye sonra (alo) denmeli. Çünkü, cep telefonu çalmak üzereyken nasıl ki bilgisayarlarda titreşim oluyor, görüntü bozuluyorsa, insan vücudu da biz hissetmesek de cep telefonunun sinyalinden etkileniyor.''

Prof. Dr. Kumbur, araçla yolculukta da sürekli baz istasyonu değiştiren cep telefonunun daha fazla zarar verdiğini belirterek, şunları kaydetti:

''Cep telefonu ile görüşmeler, baz istasyonlarındaki vericiler aracılığıyla oluyor. Kişinin bulunduğu yer en yakın vericinin kapsama alanının dışında kalıyorsa görüşme mümkün olmaz, ancak buna rağmen kişi cep telefonu ile bir yeri aramada ısrar ederse her aramada elektrik yüklemesine maruz kalır. Bu nedenle, ulaşılamayan telefonlarda şansı çok zorlamamak lazım.''

-''YOLCULUK SIRASINDA KONUŞMAYIN''-

Prof. Dr. Kumbur, yolculuk sırasında da cep telefonunun aracın geçtiği güzergahta sürekli baz istasyonu değiştirildiğini, bu değişimler sırasında da yüzde 50 daha fazla enerji yüklemesi olduğunu bildirdi.

Son yıllarda GSM firmalarının rekabeti ve buna bağlı yaygınlaşan bedava görüşmelerin, cep telefonuyla konuşma çılgınlığına neden olduğunu anlatan Kumbur, ''Cep telefonu ile uzun görüşme sırasında beyin sıvısının sıcaklığı 0.1 santigrat derece artıyor'' dedi.

Kumbur, cep telefonunun gece yatarken yakın bir mesafeye bırakılmaması, sürekli şarzda takılı bulunmaması gibi küçük önlemlerin de ihmal edilmemesini önerdi.

Hediye Siteniz - Sevgiliye Hediye, Anneler Günü Hediyeleri, Doğum Günü Hediyeleri, Babaya Hediye: Yeni Anneler Günü hediyeleri botoks ve liposuction mı?

Hediye Siteniz - Sevgiliye Hediye, Anneler Günü Hediyeleri, Doğum Günü Hediyeleri, Babaya Hediye: Yeni Anneler Günü hediyeleri botoks ve liposuction mı?

Menopoza çare: Günde 50 gram soya



Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarla Bitkileri Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Halis Arıoğlu, menopoza giren kadınlara, besin kaynağı olarak soyalı ürünler tüketmelerini, günde 50 gram soya almalarını önerdi. Soya başka nelere iyi geliyor?

Arıoğlu, zeytin ve zeytinyağı ile diğer bitkisel yağların üreticilerinin sorunlarının belirlenmesi ve çözümlerin tespiti amacıyla kurulan Meclis Araştırma Komisyonuna, soyalı ürünlerin insan sağlığı için faydalarını içeren bir rapor sundu.

Raporda soya, ''sarı altın'' ya da ''asrın harika bitkisi'' olarak adlandırılıyor. Dünya bitkisel yağlı tohum üretiminin yüzde 50'si ve bitkisel ham yağ üretiminin yüzde 27'sinin karşılandığı soya, sanayide ham madde olarak da kullanılıyor.

Soya yağı insan bünyesindeki yağ ve lipid metabolizmasını düzenleyen yağ asitleri içerdiğinden; şeker hastalığı, damar sertliği ve kroner kalp hastalığı olan kişilere soya veya soya yağı öneriliyor. Atardamar daralmasını önleyici etkiye sahip soya yağı, ayrıca kandaki kolesterol miktarını da düşürüyor.

-''GÖĞÜS KANSERİNE YAKALANMA RİSKİNİ AZALTIYOR''-

Kadınlarda ostrojen hormonunun kansorojen etkisini önleyen ve zararlı hücrelerin gelişimini durduran soya, bu nedenlerden dolayı kadınlarda göğüs kanserine yakalanma riskini azaltıyor. Her gün soya ile beslenen Japon kadınların göğüs kanserine yakalanma riskinin, Avrupalı kadınlara göre 4 kat düşük olduğu belirtiliyor.

İleri yaşlardaki kadınlarda ortaya çıkan menopozun etkisini giderebilmek için, vücuda doğal ostrojen hormonu takviyesinin gerekli olduğu hekimler tarafından belirtiliyor. Menopoz dönemindeki kadınlara ve diyet beslenmesinde vazgeçilmez besin kaynağı olarak soyalı ürünler öneriliyor.

Raporda, menopoz döneminde soyalı ürünlerle beslenen kadınlarda, yüzde 40 daha az ateş basması şikayetlerinin olduğu, kadınların bu dönemde bozulan vücut dengesinin soya proteini tarafından giderildiği kaydedildi.

Kadınlarda, menopoz belirtilerinin görülmeye başlanması ile birlikte günde 25 gram soya proteini tozunun alınması, menopozun tam etkisine girilmesi halinde ise bu miktarın 40 grama çıkarılmasının hekimler tarafından önerildiği bildirilen raporda ayrıca, menopoz dönemine giren kadınların sağlıklı şekilde yaşamlarını sürdürebilmeleri için günde 50 gram soya almalarının gerekli olduğu da vurgulanıyor.

-''KEMİK ERİMESİ HASTALIĞINA KARŞI SOYALI ÜRÜNLER ÖNERİLİYOR''-

Raporda, ''Menopoz sonrası kadınlarda, her yıl ortalama yüzde 5 oranında kemik ağırlığında azalma meydana gelmektedir. Bunun sonucu olarak kadınlarda ortaya çıkan en büyük sorunlardan biri olan kemik erimesi hastalığına karşı soyalı ürünler önerilmektedir. Çünkü soya proteini sayesinde vücuda alınan kalsiyumun dışarı atılması yüzde 50 oranında azılıyor'' denildi.

Soya yağının, bol miktarda kalsiyum, demir ve çinko elementleri ile E ve B vitamini içerdiği için insan beslenmesinde önemli bir yere sahip olduğu ifade edilen raporda, soyalı ürünlerin, hazmı kolaylaştırdığı, çocuklarda kemik gelişimini artırdığı kaydedildi. Çocuklarda ortaya çıkan kronik sindirim zorluğu ve kabızlığın da soya sütü ile büyük oranda atlatıldığı belirtildi.

Raporda, yüksek oranda protein içeren soya ununun, ekmek ununa yüzde 3-5 oranında katıldığında, ekmeklerin lezzetini artırdığı ve bayatlamalarını geciktirdiğine de yer verildi.

Migren en çok kadınları vuruyor..



Yapılan araştırmalar Türk kadınlarının yüzde 74’ünün ağrı yaşadığını ortaya koyuyor. Yaşamlarının ortalama 5 yılı ağrı çeken kadınlarda en sık görülen ağrı çeşidi ise baş ağrısı ve migren...

Tüm dünyada en yaygın hastalıklardan biri olarak yaşanan migren, kadınlarda erkeklere oranla iki kat daha fazla görülüyor. Yapılan araştırmalar ülkemizde erişkinlik döneminde migren görülme sıklığının erkeklerde yüzde 11 iken kadınlarda yüzde 22 civarında olduğunu ortaya koyuyor. Ergenlik dönemindeki genç kadınlarda migren görülme sıklığı ise her geçen gün daha da artıyor.

Uzmanlar kadınlarda migrenin daha fazla görülmesini östrojen seviyesinin yüksekliği ile ilişkilendiriyor. Migren hastalığı bulunan kadınların yüzde 60’ında baş ağrısı atakları adet dönemlerinde sıklaşıyor. Sadece adet dönemlerinde görülen bir migren türü bile bulunuyor. Bu migren türünde baş ağrısı adetin 1. ve 2. gününde görülüyor diğer zamanlarda ise ortaya çıkmıyor. Kadınların yüzde 60’ında hamilelik sırasında, özellikle de ikinci ve üçüncü üç aylık dönemlerde migren açısından bir iyileşme görülebiliyor.

Uzmanlar bu iyileşmenin, östrojen ve progesteron hormonu seviyelerinin bu dönemde nispeten sabit kalmasına bağlı olduğunu düşünüyor. Yüzde 15 oranında ise migren bulguları hamilelik döneminde kötüleşebiliyor. Hastanın migren paterni, hamilelik bittiğinde ve tekrar adet görmeye başladığında geriye dönüyor.

Felç Geçirme Riskine Dikkat!

Kadınların ayrıca baş ağrısı öncesinde görme bozukluğunun yanı sıra ışıklar ve çizgiler görebileceğini belirten Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Mustafa Ertaş, auralı migreni olan kadınların bir sorununun da doğum kontrol ilaçları ve sigara olduğunu vurguluyor. Ertaş, “Eğer auralı migreni olan hasta doğum kontrol ilaçları ve sigara kullanıyorsa felç geçirme riski, migreni olmayanlara göre 15 kat artıyor. Bu risklerden kaçınmak için baş ağrısı tipinin doğru teşhis edilmesi gerekmektedir. Auralı migren tipi olan kadınların bu riskten kaçınması için bu tip ilaç kullanımlarından ve sigara alışkanlıklarından vazgeçmesi gerekmektedir” dedi.

Migrenin tedavisi akut atakların tedavisi ve atakların gelmesini önleyici tedavi olarak iki aşamada değerlendiriliyor. Akut tedavide ağrı kesiciler (antienflamatuvar) ilaçlar veya triptanlar kullanılıyor. Aspirin gibi ağrı kesici antienflamatuvar ilaçlar, tek başlarına ya da bulantı kesici bir ilaçla baş ağrısında etkili bir çözüm olarak öneriliyor. Önleyici tedavi, migren atakları ayda iki veya üç defadan daha fazla görüldüğünde, günlük yaşamı etkileyecek kadar şiddetli olduğunda uygulanıyor ve genellikle her gün kullanılıyor.

Diyetçi margarinciye yağ mı çekiyor



Yıllardır kalp hastalıklarına neden olduğu söylenen margarini gönül rahatlığı ile sofralarımıza alabilecek miyiz? Yılların diyetisyenleri saf mı değiştiriyor?

Mutfak Ürünleri ve Margarin Sanayicileri Derneği MÜMSAD, son yıllarda margarinden uzaklaşan tüketicileri yeniden margarinle buluşturmak amacıyla bir kampanya düzenliyor.

Yani, amaç kalp sağlığına zararlı olduğunu düşündüğümüz için uzak durduğumuz margarine, yeniden dönüşü sağlamak. Yıllardır trans yağların zararlı olduğunu söyleyen uzmanlar şimdi neden margarine yönelik olumlu açıklamalar yapıyor. Bir süre önce 'margarinden kaçınılmalı' diyen Taylan Kümeli, bu kampanyada yer alıyor. Prof. Dr. Ayşe Baysal, Neşe Erberk ve diyetisyen Salahattin Dönmez de bu kampanyaya destek oluyor.

Özellikle 'Çocuklarınızı katkı maddeler içeren yiyeceklerden uzak tutun' diyerek yıllardır bu konuda halka bilgiler veren Prof. Dr. Rasim Küçükusta, margarini asla tüketmediğini söylüyor: "Sağlıklı beslenme için benim yediğim ve hastalarıma tavsiye ettiğim iki yağ var. Biri zeytinyağı diğeri hakiki tereyağı. Ben margarin yemiyorum ve kimseye de tavsiye edemem. Bana göre diyetisyenler margarin üreticilerine yağ çekiyor" dedi.

MASUM YAĞ YOK

Beslenme Diyet uzmanı Gürsel Doğan'a göre her şeyin aşırısı riskli. 'Margarin sağlık açısından riskli' denilebilmesi için günlük kullanım miktarını aşmamak gerekiyor. Doğan, "Tereyağı, zeytinyağı ve margarinin de dozu olmalı. Biz, yemeklerde 10 gram öneriyoruz. Oran önemlidir. Eğer 30 gram olursa kalp- damar riski taşıyor. Aslında biz toplum olarak zeytinyağının da ölçüsünü bilemedik. Zeytinyağı da masum değil" şeklinde konuştu.

MARGARİNDE 10 YILDIR TRANS YAĞI YOK

MÜMSAD Yönetim Kurulu Başkanı Metin Yurdagül, son yıllarda kamoyunda margarin ile trans yağ arasında yanlış bir algılamanın oluştuğuna da dikkat çekiyor. Yurdagül, "Türk margarin sanayisinin önde gelen temsilcileri bu sorunu 1990'ların sonunda çözdüler. Ancak Türk margarin üreticileri trans yağ sorununu çözdüğü dönemde kamuoyunda trans yağa ilişkin yeterli bilinç yoktu. Şimdi yeni devreye giren etiketleme tebliğine göre ürünlerimizde 'Trans Yağ Yoktur' amblemini kullanarak sorumluluğumuzu yerine getireceğiz" dedi.

Zeytinyağını öneriyorum

Dr. Ender Saraç ise, 2000 yılından sonra margarinlerde iyi firmaların trans yağ oranını ya en aza indirdiğini ya da tamamen yer almadığını söyledi. "Ben yine de zeytinyağını öneriyorum" diyen Saraç, mutlaka margarin kullanmak isteyenlere önerilerde bulundu: Saraç, "Marketten margarin alırken, iyi firmaların ürettiklerini satın almalısınız. İçiriğinde trans yağın var olup olmadığına bakmalısınız. Ama trans yağı yoksa margarin gönül rahatlığı yenilebilir. Margarinler kolesterol de içermiyor." Beslenme uzmanları margarin hakkında bunları söylüyor. Kardiyoloji uzmanı Ferhan Meriç, ise "İçinde trans yağı varsa, zararlıdır. Ancak burada önemli olan bu maddenin varlığı. Firmalar trans yağının artık olmadığı söylüyor. Yani kalp-damar hastalığına neden olan madde trans yağıdır. Eğer içinde yoksa risk aza iniyor" dedi.

Ana kucağı ağrı kesici ilaç gibi



Yapılan bir araştırma, prematüre olarak dünyaya gelen ve tıbbi bakımdan geçen bebeklerin anne kucağında ve tensel temas halinde olmaları durumunda daha az ağrı duyduklarını ortaya koydu.

Kanada'da McGill Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, prematüre olarak dünyaya gelen ve tıbbi bakımdan geçen bebeklerin anne kucağında ve tensel temas halinde olmaları durumunda daha az ağrı duyduklarını ortaya koydu. Acı çekip ağlayan bebekler anne kucağında 3 dakika içinde normale dönerken annesinden uzakta olanların acısı sürdü.

Mantar özü meme kanserini durdurabilir



Doğu Asya’da yüzyıllardır tıbbi olarak kullanılan bir mantarın özünün, meme kanseri hücrelerinin büyümesini durdurabileceği belirtildi.

Sonuçları “British Journal of Cancer” adlı dergide yayımlanan, Metodist Araştırma Enstitüsü’nün yaptığı araştırma çerçevesinde, Phellinus Linteus adlı mantarın muhtemelen, hücre büyümesiyle sonuçlanan sinyalleri kontrol eden, AKT diye bilinen bir enzimi bloke ederek kansere karşı bir etki oluşturduğu belirtildi.

Araştırmacı Dr. Daniel Sliva, meme kanseri üzerinde yapılan araştırmada, sözkonusu mantarın özünün, yeni kanser hücrelerinin kontrolsüz büyümesini indirgediğini, bu hücrelerin saldırgan tutumunu bastırdığını ve tümörü besleyen yeni damarları bloke ettiğini söyledi.

Phellinus Linteus’un, deri, akciğer ve prostat kanseri hücreleri üzerinde benzer bir etkiye sahip olduğu biliniyor.

Antidepresan kullanımı 4 yılda yüzde 85 arttı



Türkiye’de antidepresan ilaç kullanımı hızla artıyor, yeni kuşaklar depresyon ilaçlarına sarılıyor. Antidepresan kullananların oranı, son 4 yılda yüzde 85 oranında arttı.

Depresyon uzmanlar tarafından, kanserden sonra çağın en önemli ikinci hastalığı olarak değerlendiriliyor.

Türkiye’de son 4 yılda antidepresan kullanımınındaki artış endişe verici. Yüzde 85 oranındaki artış uzmanları tedirgin ediyor.

2003 yılında 14 milyon 138 bin kutu antidepresan tüketilirken, bu rakam 2006 yılı verilerine göre 22 milyon 651 bine, 2007 yılında ise 26 milyon 246 bine çıktı.

Türkiyede antidepresan kulanımının özellikle 17-24 yaş arasında yoğunlaştığı söyleniyor. Bilinçsiz antidepresan kullanımı gençlerde öfke ve şiddet eğilimini körüklüyor..

Uzmanlar antidepresanların reçetesiz satılmaması gerektiğini söylüyor ve uzman kontrolünde kullanılan ilaçların tedavi yönünün yüksek olduğu vurgulanıyor.

Depresyon kalp krizine yol açıyor



Depresyon kalp krizine, atlatılan kalp krizi sonrası devam eden depresyon ise erken ölüme yol açıyor.

ABD’de yapılan araştırmaya göre, kalp krizinden kurtulmayı başaran yetişkinlerde depresyonun devam etmesi ölüm riskini artırıyor ve ömrü kısaltıyor.

Uzmanlar, araştırmada incelenen kişilerin yüzde 76’sının geçirdiği kalp krizinin altında ağır depresyonun yattığını belirtiyor.

Evdeki stres, çocuğu hasta ediyor



Stresli ebeveynlerin çocukları daha çok hasta oluyor...

İngiltere’de yürütülen bir araştırma, stresli anne babaların çocuklarının hastalıklara daha yatkın olduğunu gösterdi.

Sürekli diken üzerinde yaşamak zorunda kalan çocukların bağışıklık sistemleri zayıflıyor bu da onları enfeksiyonlara açık hale getiriyor.

Uzmanlar, bu çocukların diğerlerinden kat ve kat daha fazla hasta olduğunu vurguluyor.

Obeziteye neden olan kilit protein keşfedildi



Proteinin keşfiyle yalnızca obezite değil, bazı kanser türleri, yağ dokusunda ve kas kütlesinde azalma ve iç organlardaki küçülme gibi önemli sorunlar da tedavi edilebilecek.

İsveç Karolinska Enstitüsü’nden bilim adamlarının yaptığı araştırmaya göre, TRAP (tartarata dirençli asit fosfataz) adı verilen protein yeni yağ hücrelerinin oluşumunu tetikliyor ve kilo alımını hızlandırarak, obeziteye neden olabiliyor.

Yaklaşık 4 yıl boyunca aşırı kilolu 14 kadını inceleyen araştırmacılar, aşırı kilolu kişilerde bu proteinin çok yüksek seviyede olduğunu gördü.

Araştırmada ayrıca bu proteinin bazı kanser türlerinin yanı sıra kaşeksi (aşırı kilo kaybı, deri altı yağ dokusundaki azalma, kas kütlesinde azalma ve iç organlarda küçülme, derideki değişiklikler, saç dökülmesi gibi belirtileri olan vücudun gerilemesi durumu) tedavisinde de umut olabileceği ortaya çıktı.

Araştırma internetteki Amerikan Plos One dergisinde yer alıyor.

Bilim adamları acımasızlık genini keşfetti



“Bencil diktatörler genlerinin esiri oluyor”. İsrailli bilim adamları neden bazı insanların diğerlerine göre daha acımasız olduklarını araştırdı. Buna göre, “AVPR-1” genini taşıyanlar bencil ve zalim davrandıklarında büyük haz alıyorlar.

Araştırmaya göre, “AVPR-1” adlı gen ile bencil ve acımasız davranışlar arasında bir bağ bulunuyor. Bir başka deyişle, “acımasızlık” insanların genlerinde saklı.

İsrailli bilim adamları, “AVPR-1” genini taşıyanların başkalarına yardımcı olacak hareketlerden daha az zevk aldıklarını ortaya koydu.

Araştırmaya göre bu gene sahip olan insanlar bencil davrandıklarında normal insanlardan çok daha büyük haz duyuyor.

Yaşlılarda ‘izole sistolik hipertansiyon’a dikkat



Kardiyolog Prof. Dr. Ahmet Oktay, sadece büyük tansiyonun yüksek, küçük tansiyonun normal veya düşük kalması olarak tanımlanan izole sistolik hipertansiyonun, özellikle yaşlılarda karşılarına çıktığını söyledi.

Kardiyolog Prof. Dr. Ahmet Oktay, sadece büyük tansiyonun 14’ün üzerinde, buna karşın küçük tansiyonun normal veya düşüklüğünün sık görülen bir durum olduğunu kaydetti.

Bu hastaların kalp yetersizliği ve kardiyovasküler komplikasyonlar bakımından yüksek risk altında olduğunu belirten Prof. Dr. Ahmet Oktay, ” izole sistolik hipertansiyon hastalarının kontrollu ilaçla tedavi çalışmalarında, büyük kan basıncının aşağıya çekilmesi ile inme, kalp krizi, kalp yetersizliği gibi risklerde anlamlı bir azalma sağlanabildiği tartışma götürmeyecek şekilde kanıtlanmıştır” dedi.

Sadece büyük(sistolik) kan basıncının (tansiyon) yüksek olması, küçük (diyastolik) kan basıncının normal veya düşük olması mümkün müdür?

Gerçekten de sadece büyük tansiyonun yüksek olması (140 mm Hg’nın, ya da halk arasında bilindiği şekilde 14’ün üzerinde), buna karşın küçük tansiyonun normal veya düşük kalması (90 mm Hg’nın (9’un) altında) pek de nadir görülmeyen bir durumdur. Hekimlerin “izole sistolik hipertansiyon” olarak isimlendirdikleri bu durum, özellikle yaşlılarda karşımıza çıkmaktadır. Bu tip hipertansiyonun kansızlık, tiroid bezinin fazla çalışması gibi bazı nadir nedenleri söz konusuysa da, izole sistolik hipertansiyon hemen daima kalpten çıkan ana atar damarın(aortun) ve onun ana dallarının yaş ve damar sertliğine bağlı olarak sertleşmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Sertleşen damar duvarı kanın pompalanmasıyla beklendiği oranda esneyip genişleyemeyeceğinden damar içindeki kan basıncı yükselmek zorunda kalmaktadır. Esasında büyük kan basıncı hem kadınlarda, hem de erkeklerde yaşla sürekli bir artış eğilimindeyken, küçük kan basıncı her iki cinsiyette de 55-60 yaşlarından itibaren azalma eğilimi gösterir. Böylece yaşlılarda hipertansiyon sıklıkla sadece büyük tansiyonun yüksekliği şeklinde ortaya çıkar.

Yalnızca büyük kan basıncının yüksek olması(izole sistolik hipertansiyon), hem büyük hem de küçük kan basıncının yüksek olması kadar tehlikeli veya kalp-damar hastalıklarını tetikleme açısından riskli midir?

Topluca değerlendirilen gözlemsel çalışma sonuçlarına göre hem büyük, hem de küçük kan basıncının yükselmesinin birbirinden bağımsız olarak ve benzer şekilde inme ve kalp krizine bağlı ölüm riskini artırdığı bilinmektedir. Özellikle yaşlılarda yapılmış gözlemsel çalışmalarda ise, ilginç olarak riskin büyük kan basıncının artmasıyla doğru orantılı olarak arttığı, buna karşın küçük kan basıncı ile ters orantılı olduğu (yani küçük kan basıncının azalması ile riskin arttığı) belirlenmiştir. Sonuç olarak, sadece büyük kan basıncı yüksekliği, küçük kan basıncının yüksekliği kadar olumsuz ve riskli bir durumdur. Sevindirici olarak, sadece büyük kan basıncı yüksek olanlarda (izole sistolik hipertansiyon hastaları) kontrollu ilaçla tedavi çalışmalarında, büyük kan basıncının aşağıya çekilmesi ile inme, kalp krizi, kalp yetersizliği gibi risklerde anlamlı bir azalma sağlanabildiği tartışma götürmeyecek şekilde kanıtlanmıştır.

Yalnızca büyük kan basıncı yüksek olan yaşlı kişilerde küçük kan basıncının fazlaca düşük olması kalp-damar hastalıkları açısından daha yüksek bir risk getirir mi?

Kanıtlar çok güvenilir olmamakla birlikte elimizdeki gözlemsel veriler yaşlı hipertansiyon hastaları grubunda, küçük tansiyon değeri düştükçe riskin, yani olumsuz sonuçların ortaya çıkması ihtimalinin arttığına işaret etmektedir. Bir başka ifade tarzıyla büyük kan basıncıyla küçük kan basıncı arasındaki fark ne kadar genişlemişse veya açılmışsa, kişinin riski o oranda artmakta gibi gözükmektedir. Farklı bir anlatımla büyük kan basıncı yüksek, ancak küçük kan basıncı düşük(60 mm Hg’dan (6’dan) düşük) yaşlı hipertansiyonlular özellikle yüksek risk taşıyan bir grubu temsil etmektedirler. Son yıllarda ortaya konmuş bu husus, sadece büyük kan basıncı yüksekliği olan hastaların tedavisinde bazı sorun ve kuşkuların da kaynağı olmaktadır.

Sadece büyük kan basıncı yüksek olanlarda, tedavi ile hem büyük kan basıncı, hem de küçük kan basıncını düşürmenin bir olumsuzluğu(zararı) söz konusu mudur?

Hipertansiyon konusunun iyi cavaplandırılamamış hususlarından biri de bu sorundur. Teorik olarak ve de bazı gözlemsel çalışmalara bakarak, özellikle koroner kalp hastalığı bulunanlarda küçük kan basıncının 60 mm Hg’nın (6’nın) altına çekilmesinin kalp krizi ve ölüm riskini artırabileceği söylenebilir. Ancak izole sistolik hipertansiyon hastalarında yapılan kontrollu ilaç çalışmaları küçük kan basıncının çok düşürülmesinin kalp krizi olaylarını artırdığını gösterememiştir. Bu bulgular çok sevindirici olmakla beraber, bazı nadir olgularda küçük kan basıncının çok düşürülmesinin olumsuz etkileri söz konusu olabilir. Bu çekinceye rağmen, izole sistolik hipertansiyonlu hastalarda ilaç tedavisinin kalp krizi riskini azaltmak da dahil olmak üzere genel yararlarının çalışmalarda gayet net olarak ortaya konmuş olması son derecede önemlidir. Bu nedenle, izole sistolik hipertansiyonun tedavisinde, küçük tansiyonu fazla düşürmenin bazı sakıncaları olabileceği akılda tutulmakla beraber, büyük tansiyonun normal sınırlara çekilmesi için azami çaba sarfedilmelidir. Hem hekim, hem de hasta açısından zor olan, hatta bazen olanak dışı bulunan, büyük kan basıncını normal değerlere çekerken küçük kan basıncının aşırı düşmesine meydan vermemektir.

Doğru beslenme, kanserden korunmada önemli

Kanserden korunmak için özellikle hücre yenilenmesine yardımcı olan C, E ve A vitamini içeren meyve ve sebzelerin bol tüketilmesi gerekiyor. Vitaminler, haplar yerine, sebze ve meyvelerden alınmalı...

Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Gamze Çan, dünyada ve Türkiye’de en sık görülen kanser türlerinin erkeklerde akciğer, kadınlarda ise meme kanseri olduğunu belirtti.

Beslenme faktörlerinin kansere yol açtığına dikkati çeken Prof. Dr. Gamze Çan, aşırı kırmızı et ve yağlı yiyecek tüketiminin kalın bağırsak kanseri, aşırı tuz tüketiminin ise mide kanserine neden olduğunu ifade etti.

Kanserden korunmak için kansere yol açan faktörlerden uzak durulması gerektiğini vurgulayan Çan, “Sigara ve alkolden uzak durmalı, güneş ışığının dik geldiği saatlerde özellikle küçük çocukları güneşten korumalıyız” dedi.

Günde 5-6 öğün taze meyve ve sebze tüketilmesi gerektiğini dile getiren Çan, şöyle devam etti:
“Özellikle C, E ve A vitamini içeren meyve ve sebzeler bol tüketilmelidir. Bu vitaminler hücrelerin yenilenmesine yardımcı olur. İşlenmemiş tahılları, lifli yiyecekleri, zeytinyağını, tatlılardaki şekerler yerine meyvelerdeki şekeri, rafine şeker yerine ise bal ve pekmezi tercih etmeliyiz. Beyaz şeker sadece insanlar için değil bütün canlılar için zararlıdır. İlk bir sene bebeklere verilen yemeklere tuz koyulmamalı. Bebeklere kesinlikle beyaz şeker verilmemeli, bunun yerine yiyeceklerine bir kaşık bal ya da pekmez katılmalıdır. Çocuklar beyaz şeker yerine diğer şekerlere alıştırılmalıdır.”

Prof. Dr. Çan, salamura, turşu ve tuzlu yiyeceklerden uzak durulması gerektiğini de vurgulayarak, “Sucuk, salam gibi işlenmiş et ürünlerinde uzun süre dayanmaları için kimyasal dolayısıyla kanserojen maddeler bulunmaktadır. Bu nedenle bu ürünlerden de uzak durulmalıdır. Yiyeceklerdeki katkı maddelerine dikkat edilmelidir. Tatlandırıcılar, soslar, konservelerde katkı maddeleri bulunmaktadır. En zararsız denilen katkı maddesi bile zararlıdır” diye konuştu.

Besinlerin hazırlanmasına da dikkat edilmesi gerektiğini ifade eden Çan, yiyeceklerin kömür ızgarasında pişirilmemesi, tekrar tekrar kaynatılmaması, yüksek ısı yerine düşük ısıda, besinin C ve E vitamini gibi antioksidan özelliğinin bozmadan pişirilmesi gerektiğini kaydetti.

“VİTAMİNLERİ SEBZE VE MEYVELERDEN ALIN”
Vitaminlerin haplar yerine sebze ve meyvelerden alınması gerektiğine dikkati çeken Çan, “Vitamin hapları, kimyasal formdaki vitaminlerdir. Her şeyin doğal olanı sağlıklıdır. Sağlıklı bir kişinin, vitamini sebze ve meyve tüketmek yerine vitamin tabletinden almasını asla önermiyoruz” diye konuştu.

Gamze Çan, kanserden korunmak için düzenli olarak fiziksel egzersiz yapılması gerektiğini vurgulayarak, şunları söyledi:
“Çocuklar ve gençlerin haftada en az 5 gün 1’er saat, yetişkinlerin ise yarım saat düzenli egzersiz yapması şart. Yürümek istemiyoruz, her yere araçla gidiyoruz. Alışverişlerimizi, banka işlemlerimizi internette yapıyor, hatta gazetemizi bile bilgisayar başında okuyoruz. Büyüklerimizin her şeyi yediklerini ancak sağlıklı olduklarını söylüyoruz. Eskiden insanlar tarlada, bahçede çalışarak yediklerini yakıyorlardı, bir denge vardı. Biz ise yeme alışkanlığını sürdürüp, yakmayı bırakıyoruz. Sonra kilo vermek için saçma sapan rejimler yapıp sağlığımızı kaybediyoruz.”

KANSERE YOL AÇAN DİĞER FAKTÖRLER
Kanserde genetik faktörlerin rol oynadığını, meme, mide ve kalın bağırsak kanserlerinin bazı ailelerde daha sık görüldüğünü ifade eden Çan, ailesinde meme kanseri olan kadınların, mutlaka düzenli taramalardan geçmesi gerektiğine dikkati çekti.

Katran, deterjan gibi kimyasal maddelerin kanserlerin yüzde 4’ünde etkili olduğuna işaret eden Çan, “Deterjanlar çevreyi de, bizi de kirletiyor. Daha ekonomik diye tercih ettiğimiz deterjanlar yeterince durulanmadığı, özellikle de soğuk suyla yıkandığında, sıcak yemekte çözünmekte ve yediklerimize karışmaktadır. Bu nedenle deterjan kullanımı sınırlı tutulmalı ve dikkatli olunmalıdır” dedi.

Çan, hava kirliliğinin, sigara ile birleştiğinde kanserlerin yüzde 10’unda etkili olduğunu da söyledi.