Havaların soğumasıyla sık görülen alt ve üst solunum yolu enfeksiyonlarında antibiyotik tedavisinin hastalığın türüne göre uygulanması ve gereksiz kullanımlardan kaçınılması gerektiği belirtildi.
Hacettepe Üniversitesi (HÜ) Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Sosyal Pediatri Ünitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Elif Özmert, alt ve üst solunum yolu enfeksiyonlarına neden olan mikropların birbirinden farklı olduğu için antibiyotik kullanımına dikkat edilmesi gerektiğini söyledi.
Üst solunum yolu enfeksiyonlarının genellikle burun akıntısı, öksürük ve ateş şeklinde görüldüğünü belirten Özmert, hırıltı, hızlı nefes alıp verme ve göğüste çekilmenin olması durumunda ise alt solunum yolu enfeksiyonlarının söz konusu olabileceği için antibiyotik kullanımının da buna göre belirlenmesi gerektiğini anlattı.
Özmert, alt solunum yolu enfeksiyonu olan zatürrenin, antibiyotik ile tedavi edilmesinin uygun olduğunu belirterek, "Zatürre tanısı konulmadan kullanılan antibiyotikler, çocuğun hastalığa yakalanmasını engellemez. Aksine, tedavi için daha kuvvetli bir antibiyotiğin kullanılmasına neden olur" uyarısında bulundu.
Alt solunum yolu enfeksiyonlarından bronşiyolitte antibiyotiğin kullanılabileceğini ifade eden Özmert, havaların soğuması ve kapalı mekanlarda daha fazla zaman geçirilmesine bağlı olarak son aylarda sıkça karşılaşılan üst solunum yolu enfeksiyonlarından nezle ve grip tedavisinde ise antibiyotiğin kullanılmasının uygun olmadığını kaydetti.
Çocuklarda nezle, grip gibi hastalıklara bağlı ateş görülmesi halinde ateş düşürücü şurupların, burun tıkanıklığında serum fizyolojiklerin kullanılmasının ve bol sıvı gıda alınmasının yeterli olduğunu anlatan Özmert, "Nezle ve gribin bulgularına azaltmaya yarayan fakat tedavi edici değeri olmayan nezle-grip ilaçlarının da kullanılmaması gerekir. Bu ilaçlar, çocuklara yarar sağlamadığı gibi pek çok olumsuz yan etkiye de neden olabilmektedir" uyarısında bulundu.
Prof. Dr. Elif Özmert, çocuklarda sık görülen orta kulak iltihabının antibiyotiklerle tedavi edilmesi gerektiğini belirterek, "Bademcik iltihabı yapan ve halk arasında beta olarak bilinen mikrop da antibiyotik ile tedavi edilmeli" dedi.
Mikropların Direnç Kazanmalarını Sağlar
Uygunsuz antibiyotik kullanımının mikropların ilaca direnç kazanmalarına neden olacağına işaret eden Özmert, gereksiz yere antibiyotik kullanımından kaçınılması gerektiği uyarısında bulunarak, "Bu nedenle, doktor önermediği sürece asla gereksiz yere antibiyotik kullanılmamalı" diye konuştu.
Üst solunum yolu enfeksiyonlarında uygun olmayan ilaç tedavisi yapıldığını belirten Özmert, "Uygunsuz antibiyotikler hem boğazımızda bulunan diğer bakterilerin hem de dışarda bulunan bakterilerin o ilaçlara direnç kazanmalarını sağlar. Daha sonra gerçekten zatürre olunduğunda ve antibiyotik kullanıldığında da fayda sağlamaz" dedi.
Özmert, antibiyotik kullanımında ishal, döküntü gibi yan etkilerin de görülebileceğini, gereksiz antibiyotik kullanımının hem bireysel hem de ülke ekonomisine maddi zarar vereceğini söyledi.
Antibiyotik kullanımı için uyarılar
Gözlerinize Dikkat!
Yaklaşık 20-25 yıl önce bilgisayarların gelişimi iş yerlerinde bir devrim yarattı. Daha önce ofis işleri daktilo, dosyalama, okuma ve yazma gibi aktiviteler içeriyordu. Bu aktivitelerin her biri kısmen farklı vücut ve bakış pozisyonu gerektirir, bu da aktiviteler arası doğal bir ara verme yaratırdı. Bilgisayarlar bu işlemlerin hepsini bir araya topladı, bunları ekran karşısından kıpırdamadan yapılır hale getirerek kalite, üretim ve etkinliği artırdı. İş dışında da internet, vb amaçlı bilgisayar kullanımımız arttı. Bunun sonucunda 21. yüzyıl bir salgınla karşı karşıya kaldı: "Bilgisayara bakma sendromu". Bilgisayar kullanıcıları olarak bu sendromun bir veya birkaç bulgusundan pek çoğumuz şikayetçiyizdir: Gözlerde ağrı, yorgunluk, rahatsızlık, kızarıklık, bulanık görme, çift görme. Bu sendromun gözlerle ilgili olmayan diğer belirtileri ise baş-boyun-omuz ve sırt ağrıları!
Bilgisayara bakma sendromunun en önemli nedeni göz kurumasıdır:
Bilgisayarla çalışma sonrasında gözlerde kuruluk ve buna bağlı yanma ile ağırlık hissi olur. Bilgisayar kullanıcısında, göz yüzeyindeki kuruluğu telafi etmek üzere refleks bir göz yaşarması da meydana gelebilir. Göz yüzeyinde kuru noktalar oluşmasının temel sebebi ekran karşısında göz kırpma hızımızın düşmesidir. Bunun yanı sıra şu risk faktörleri de ekran karşısında gözlerimizin kurumasında rol oynar:
• Ofis ortamı: Klimalar, kağıt tozu, lazer ve fotokopi tonerleri; ortamda kuruluk ve gözün korneasını (en öndeki saydam tabaka) rahatsız eden kimyasal dengesizlik yaratır.
• Göz yüzeyindeki buharlaşma alanının artması: Kâğıttan bir yazı okurken genellikle aşağı doğru bakarız. Göz kapaklarımız, göz yüzeyinin önemli bir bölümünü kapar ve gözyaşının buharlaşmasını engeller. Ekrandan bir yazı okurken ise genellikle ileri doğru bakarız. Bu da göz kapakları arasındaki aralığı genişletir. Böylece gözyaşı daha geniş bir alandan buharlaşır.
• Cinsiyet: Kadınlarda göz kuruması şikayeti erkeklerden daha fazladır.
• Yaşlanma: Yaşlandıkça gözyaşı üretimimiz azalır.
• Kimi römatolojik hastalıklar
• Kontakt lens kullanımı: Lens, kurudukça, göz kırpma sırasında üst göz kapağına yapışır ve rahatsız edici bir sürtünme hissi yaratır.
• Kirpik diplerinde "blefarit" ismini verdiğimiz kepeklenme, kızarma.
• Göz kapaklarının iç kısmına makyaj malzemesi sürülmesi.
Peki ya ekranın görüntü kalitesi, ışıklandırma ve yansımanın gözlerimiz üzerindeki olumsuz etkileri neler?
Bilgisayarın ekrandaki görüntüleri ne kadar iyi gösterdiği 3 şeye bağlıdır: Tazelenme ("refresh"), çözünürlük ve nokta yüksekliği ("dot pitch"). İdeal tazelenme hızı 70 Hz ve üstüdür. Çözünürlük ne kadar yüksekse o kadar iyidir. Nokta yüksekliğinin 0.28 mm veya altında olması tercih edilir.
Kullanma klavuzlarını ihmal etmeyin!
Windows’da tazelenme hızı ve çözünürlüğü, Ekran Özellikleri’nde "ayarlar" kısmından değiştirebilirsiniz. Eğer farklı bir işletim sistemi kullanıyorsanız, yardım menüsüne veya monitörünüzün kullanım kılavuzuna başvurun. Nokta yüksekliği ise sabittir, ayarlanamaz.
Çevre aydınlatması (floresan, pencere, masa lambası, vb) fazla olmamalıdır. Yoksa ekrandaki karakterlerde yansıma ve parlamalar meydana gelir. Etraftaki ışıklandırma düzenlenemezse, parlama önleyici filtreler kullanılmalıdır. Ekran filtreleri görsel algılamayı artırıp, gözleri biraz olsun rahatlatabilirler.
LCD daha az yoruyor
CRT ("cathode ray tube") monitörlerle LCD ("liquid crystal display") monitörler karşılaştırıldığında ise; LCD monitörler göz sağlığı yönünden daha avantajlıdırlar. LCD teknolojisinin gelişimi, gözlerimizin daha az yorulmasını sağlıyor.
Bilgisayara bakma sendromundan daha az etkilenmek için şu kurallara uyun:
1. Çevre aydınlatması fazla olmasın.
2. Ekran sizden 35-40 cm uzak olsun.
3. Saatte en az 2 kez başınızı ekrandan kaldırıp, uzağa doğru bakın.
4. Yılda 1 kez göz muayenesi olun.
5. Suni gözyaşı damlası kullanın (göz doktorunuza sorun).
6. Ofisinizin havasını nemlendirin.
7. Ekran filtresi kullanın.
8. Gözlük kullanıyorsanız, camları antirefle özellikte olsun.
Adet döngüsü sağlığın göstergesi!
Ağrılı âdet görme, âdet düzensizliği ve aşırı kanama kadınların yabancısı olmadıkları sağlık sorunlarıdır. Bu sorunların çoğu genellikle ağır değildir ve geçicidir. Ancak bazı olgularda vücuttaki önemli sorunların işareti de olabilirler. Bu bakımdan, âdet döngüsünün, bir kadının genel sağlık durumu için iyi bir gösterge olduğu söylenebilir. Örneğin, belirli yeme bozuklukları olan kadınlar, âdetten kesilebilirler. Ya da savaş zamanı gibi aşırı stresli durumlarda, pek çok kadın âdet görmez. İnsan bünyesi çok ilginçtir. İnanılmaz koruma mekânizmaları vardır. Vücut böyle zamanların, hamile kalmak için elverişli olmadığını adeta anlar.
Her kadın için anlamı farklı
Adet döngüsünün düzenli olmasının anlamı, her kadın için farklıdır. Örneğin kadının yaşına göre, normal tanımı farklıdır. Öyle ki ilk âdetlerini gören gençlerde seks hormonları kararlı duruma gelene kadar ilk birkaç yılda, âdetin düzensiz olması beklenebilir.
Menopoz öncesi düzensizleşir
Menopoz öncesinde âdet döngüsü düzensizleşebilir, çünkü yumurtalık hormonlarının düzeylerinde dalgalanma başlamıştır. Bu da menopoza girecek kadınların düzensiz âdet görmesine yol açar. Ergenlik ve menopoz öncesi arasında kalan yaşam süresinde ise bir kadının aylık döngüler halinde düzenli adet görmesi beklenir. Ama bu dönemde de hamilelik, çeşitli hastalıklar, ilaçlar, stres ve kistler gibi başka ve çeşitli sorunlar bu döngünün düzenini değiştirebilir.
Prof. Dr. Ergin Bengisu’ya sordum; "Neler dersin bu konuda hocam, mesela âdet kanamasının kaç günde bir olmasını normal kabul etmeliyiz?" dedim. Sınıf arkadaşım ya hem de aynı binadayız, sohbeti de tatlı, aklıma ne gelse sorarım ona jinekoloji konusunda. Aslında sırf jinekoloji değil, tıbbın her konusuyla ilgilenir Ergin Hoca. Boş vakitlerimizde hep yaşam kalitesini yükseltmek için, önleyici tıpta, sağlıklı yaşamda neler yapılması gerektiğini konuşur dururuz. Modern tıp anlayışında biz doktorlar, hastalarımızı sağlık riskleri ile ilgili her konuda, uyarmaktayız artık. Biz dahiliyeciler, duruma göre "Smear testinizi yaptırdınız mı bu yıl" derken, jinekologlar da gerektiğinde, "Aman dikkat kolesterolünüz yüksek, herhalde çok yağlı yiyorsunuz" demekte. Böylelikle hastasına, sağlık risklerinden korunmak konusunda yol göstermekte.
Ergin Hoca, "İki âdet kanamasının arasının 22 ilâ 35 gün arasında olması normal kabul edilir"dedi ve devam etti. Aylık döngüleri arasında (artı/eksi 5 güne kadar) değişkenlik olması mümkündür. Ama bu değişikliğin çok belirgin ve hızlı olması bir sorun olduğunu gösterebilir. Normalde âdet döngüsü 35 gün olan bir kadının aniden 22 günde bir âdet görmeye başlaması, bir uyarı sinyali olabilir. Doğrusu, böyle bir durumda doktorunuza danışmaktır, bu durumun sebebini araştırır ve gelip geçici bir durum mu, yoksa altında başka sebepler mi var o karar verir. Bu tip değişimlerde hanımlar genelde doktora gitmezler, ya "Yaşlanıyorum canım normaldir" derler veya yakın dostlarına danışıp, onların benzer durumlarını kendilerine adepte ederler. Tabii bu bazen ciddi sonuçlar doğurabilecek bir yanlıştır.
Adet günlüğü tutun
Sağlıkla ilgili, ister âdet düzensizliği ister başka bir bulgu olsun, normalin ve alışılagelmişin dışına çıkan, dikkat çekici her durumu vakit kaybetmeden doktorunuzla paylaşmak, size sağlıklı yıllar kazandırır ve olası hastalıkları önlemede, bazen boş yere kıymetli zaman kaybolmamış olur.
Adet döngüsü normal olan bir kadın, âdet görmediğinde, şartlar müsaitse, öncelikle gebelik düşünülmelidir. Adet kanaması genellikle 2 - 8 gün sürer. Bunun dışındaki süreler, doktora gitmek için bir sinyal olmalıdır. Kadınların bir "âdet günlüğü" tutmaları, belirtileri izlemek ve doktorlarına daha ayrıntılı bilgi verebilmek için çok faydalıdır. Duygusal sıkıntı, diyet veya egzersiz, döngüyü etkileyebilir. Bunları da doktora bildirin.
Günlüğe bunları not edin
• Adet ayın kaçında başladı?
• Bir âdetin ilk gününden sonrakinin ilk gününe kadar olan süre kaç gün?
• Adet kanaması kaç gün sürüyor?
• Kanamanın azlığı/çokluğu? Âdetteki en şiddetli günler hangileri?
• Adet kanaması haricinde leke tarzında kanama (spotting) var mı? Varsa ne zaman? Seksten sonra mı?
• Ağrı var mı? Ağrının tarifi, nerede ve ne zaman?
• Diğer semptomlar ne? Baş ağrısı, sırt ağrısı, mide - bağırsak sorunları, halsizlik, bayılma nöbetleri var mı?
• Olağandışı bir akıntı var mı?
• Kullandığınız ilaçlar neler?
Adet kesilmesinin nedenleri
• Emzirme
• Menopoz
• Doğum kontrol hapları ve bazı ilaçlar
• Stres
• Kötü ve yanlış beslenme
• Depresyon
• Aşırı kilo kaybı
• Aşırı egzersiz
• Bazı kronik hastalıklar
• Ani kilo alma veya obezite
• Tiroit hastalıkları ve polikistik over sendromu dahil bazı hormonal problemler
Şeker Hastalığı (Diyabet)
Diyabet nedir? Nasıl meydana gelir?
Diyabet, başta karbonhidratlar olmak üzere protein ve yağ metabolizmasını ilgilendiren bir metabolizma hastalığıdır ve kendisini kan şekerinin sürekli yüksek olması ile gösterir. Diyabet hastalarındaki temel metabolik bozukluk, kan yoluyla taşınan glükozun (şekerin) hücrelerin içine girememesidir. Normal koşullarda besinlerden elde edilen veya karaciğerdeki depolardan kana salınan glükoz pankreas tarafından salgılanan İNSÜLİN hormonunun yardımıyla hücre içine girer ve orada yakılarak enerjiye dönüşür. Hücrelerin üzerinde değişik maddelerin girmesine izin verilen kapılar vardır. Bu kapılar normalde kilitlidirler ve uygun anahtar varlığında açılırlar. Diyabet, hücrelerin üzerindeki glükoz kapısının açılamaması durumudur. Bu örnekten ilerlersek diyabet, anahtar işlevi gören İNSÜLİN hormonu yetersizliğine ve/veya insülinin etkilediği reseptörlerin (hücre kapısındaki kilidin) bozukluğuna bağlı gelişmektedir.
Kaç tip diyabet vardır? Diyabet sıklığı ne kadardır?
Nedenlerine göre bir çok diyabet tipi olmakla birlikte diyabet vakalarının çok büyük bir kısmını Tip 1 ve Tip 2 diyabet vakaları oluşturmaktadır.
Tip 1 Diyabet
Daha çok çocuklarda ve genç erişkinlerde görülür. Tip 1 diyabet, pankreasta bulunan ve insülin üreten beta hücrelerinin otoimmün bir süreç (vücudun bağışıklık sisteminin kendi hücrelerini tanıyamaması) sonunda zedelenmesi ile meydana gelmektedir. Mutlak veya görece bir insülin yetersizliği olduğundan hastalar ömür boyu insülin hormonunu dışarıdan (enjeksiyon yoluyla) almak zorundadırlar. Bu nedenle Tip 1 diyabet İnsüline Bağımlı Diyabet (Insulin Dependent Diabetes Mellitus=IDDM) olarak da isimlendirilmektedir. Genel olarak toplumdaki diyabet vakalarının %10’unu Tip 1 Diyabet vakaları oluşturmaktadır. Çocukluk çağında Tip 1 diyabet sıklığı ülkeler (bölgeler) arasında farklılık göstermekte ve her yıl 15 yaş altındaki 100.000 çocuktan 1-42’sinde diyabet gelişmektedir. Tip 1 diyabet genel olarak kuzey ülkelerinde daha sık görülmektedir.
Tip 2 Diyabet
Sıklıkla erişkinlerde ve şişman (obes) kişilerde görülmektedir. Tip 2 diyabetli hastalarda insülin salgılanmasındaki yetersizlikten çok dokulardaki insülin reseptörlerindeki direnç (rezistans) sonucunda glükoz metabolizması bozulmaktadır. Tip 2 diyabetin kuvvetli bir genetik yatkınlık zemininde geliştiği bilinmekle birlikte, genetik mekanizmalar tam olarak aydınlatılamamıştır. Tip 2 diyabetliler hastalıklarının başlangıcında ve sıklıkla çok uzun bir süre insülin ihtiyacı olmaksızın yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Bu nedenle Tip 2 diyabet İnsüline Bağımlı Olmayan Diyabet (Non-Insulin-Dependent Diabetes Mellitus= NIDDM) olarak da isimlendirilmektedir. Genel olarak erişkin nüfusta %4-8 oranında Tip 2 diyabet görülmektedir.
Diyabetin bulguları nelerdir?
Diyabete bağlı klinik bulgular vücuttaki karbonhidrat, protein ve yağ metabolizmasının bozulmasına bağlıdır. İnsülin eksikliği ve/veya insülin direnci nedeniyle hücrelere giremeyen glükoz belli bir serum düzeyini (180mg/dl) aştığında idrarla atılmaya başlar. Böbreklerden atılan glükoz beraberinde sıvı atılımını da arttırır ve sonuçta ÇOK VE SIK İDRAR YAPMA (POLİÜRİ) olur. Vücut, poliüri ile olan sıvı kaybını karşılamak için ÇOK SU İÇİLİR ve bu da POLİDİPSİ olarak isimlendirilir. Organizma, enerji kaynağı olarak glükozu kullanamayınca bir taraftan İŞTAH ARTAR diğer taraftan yedek enerji depoları olan yağlar ve proteinler yıkılmaya başlar ve bunun sonucunda iştah artmasına rağmen KİLO KAYBI olur. Bu klasik bulguların dışında diyabet hastalarında ÇABUK YORULMA, GÖRME BULANIKLIĞI, SIK DERİ ENFEKSİYONU, KADINLARDA VAJİNAL MANTAR ENFEKSİYONU gibi bulgular da görülür.
Diyabet tanısı nasıl konur?
Diyabet tanısı, çeşitli uluslararası kuruluşların (WHO, Amerikan Ulusal Diyabet Veri Gurubu=NDGG) belirlediği ölçütlere göre konmaktadır. Bu ölçütler:
Klasik diyabet bulguları olan bir kişide herhangi bir zamanda ölçülen plazma glükoz düzeyinin 200 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olması,
En az 8 saatlik aç (kalori almayan) bir kişide plazma şekerinin 140 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olması. Yakın zamanda Amerikan Diyabet Birliği açlık kan kekeri sınırını 126 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olarak belirlemiştir.
Şeker yükleme testinde (OGTT) 2. saatdeki plazma glükoz düzeyinin 200 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olması.
Gizli şeker nedir?
Halk arasında gizli şeker olarak isimlendirilen durum, normal glükoz dengesi ile diyabet arasındaki metabolik durumu ifade etmektedir. Normalde açlık plazma şekerinin 110 mg/dl olması gerekmektedir. İşte açlık plazma şekerinin 110 mg/dl'nin üzerinde fakat 140 mg/dl'nin altında (yeni kriterlere göre 126 mg/dl) olması bozuk glükoz toleransı olarak tanımlanmaktadır. Benzer şekilde şeker yükleme testi yapılan kişilerde 2. Saatdeki plazma glükoz düzeyininin 140 mg/dl'nin üzerinde fakat 200 mg/dl'nin altında olması da bozuk glükoz toleransı olarak isimlendirilmektedir. Bu durumdaki kişilerin gün boyu kan şekerleri normaldir ve diyabetin klasik bulguları görülmez. Bununla birlikte bu kişiler Tip 2 diyabet için en riskli grupta olduklarından yaşam biçimlerini yeniden düzenlemeleri gereklidir.
Şekerleme Kalp Krizi Riskini Azaltıyor
Gün içerisinde hele de öğle yemeğinden sonra şöyle bir kestirmek meğer sadece yorgunluğa iyi gelmiyormuş..
Gün içinde düzenli olarak kestiren kişilerin kalp krizinden ölme risklerinin, kestirmeyenlere göre daha az olduğu ortaya çıktı.
Araştırmacıların, 6 yıl boyunca yaptıkları çalışmada, gün ortasında düzenli olarak kestirenlerin kalp krizinden ölme risklerinin, kestirmeyenlere göre 3 kat daha az olduğu görüldü.
Araştırmacılar, kestirmeyle kalp krizinden ölme riskinin azalması arasındaki ilişkinin, iş sahibi kişilerde daha da belirginleştiğini, buradan kestirmenin bu kişilerin, kalpleri için olumsuz etkiye sahip işle bağlantılı stresi azalttıkları sonucuna vardıklarını söylediler.
Aşk Kalbin İlacı
“Aşk kalbe iyi gelir. Bypass olan herkese aşık olmak serbest ama ölçüsünü kaçırmamak şartı ile” diyen Prof. Dr. Bingür Sönmez, bypass ameliyatı olanlara, öncelikle eşlerine aşık olmaları ve 14 Şubat’ta da eşlerine aşkı hediye etmelerini önerdi.
Memorial Hastanesi Kalp Cerrahisi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Bingür Sönmez’den bypass hastalarına 14 Şubat ve aşk önerileri...
Kalbe iyi gelen seks yapmak değil, kalbe iyi gelen aşık olmaktır. Aşık olmak endorfin hormonunu salgılar. Endorfin zevk ve mutluluk veren hormondur. Aşk hayatı kalp sağlığı için çok gereklidir. Sağlıklı bir aşk hayatı olan insanlar çok mutlu yaşamaktadır. Bypass ameliyatından sonra düzenli bir aşk hayatı olan insanların çok daha rahat yaşadıkları da bilinen bir gerçektir. Kalp ameliyatı olan herkese aşık olmak serbest. Ama bunun mutlaka bir ölçü çerçevesinde olması gereklidir. Bypass ameliyatı olmuş hastalar öncelikle eşlerine, sonra da çocukları, işleri ve ülkelerine aşık olmalı. Bu seviyedeki aşk kalp hastalarına çok iyi gelir.
Bypass hastaları çok eşliliğe yöneliyor
Kalp ameliyatı olan hastalarda birkaç değişik psikoloji ortaya çıkmaktadır. Birinci grupta, hastaların seks hayatları ortadan kalkmakta ve “ben artık öldüm bittim benden hiçbir şey olmaz” düşüncesine kapılmaktadırlar. Bu şekilde depresyona giren özellikle entelektüel seviyesi yüksek olan gruba yönelik rehabilitasyon çalışmaları yapıyoruz. Çünkü bu hastalar ameliyat olduktan sonra da normal şartlarda hayatlarını sürdürebilir. İkinci grup bypass hastaları ise kendilerini ameliyattan sonra biyonik adam olarak görenlerdir. Bu grup hastalar geçmişteki özlemlerini yaşadığı için bu özlemleri gidermeye çalışmaktadır. Hastalar ameliyattan sonra eşlerini bir kenara çekerek geçmişte kaçırdıkları her türlü fırsatı değerlendirmeyi isteyip çok partnerli ilişkilere giriyor. Bu da doğru değil. tüm bunları yaparken bilinçaltında yatan nedenleri ise ameliyattan sonra çok kısa bir hayatlarının olduğunu düşünmeleri ve ne yaparlarsa bunun yanına kar kalacağına inanmalarıdır.
Aşkın dozunu kaçırmamak lazım
Bypass ameliyatı yapılan bir çok hasta cinsel ilişki sırasında ölmekten korktuğu için kalp ameliyatı olmaya karar vermektedir. Eşiyle seks yaparken ölmekten korktuğu için, eşinden ölümü anında kendisini giyindirerek ailesinin karşısına öyle çıkarmasını isteyen hastalar var. Bu korku ile ameliyat olduktan sonra da kalbinin emanet olduğunu düşünüp aynı sıkıntı ve korkuyu yaşamaktan çekiniyorlar. Hastalara aşk ve beraberinde gelen seksin dozunu kaçırmamalarını öneriyoruz. Erkeklerin ameliyattan sonra karısı hariç bir çok kişiye aşık olmaları da işin doğru olmayan yönü. Geçmişte kaçırdıkları fırsatları yakalamak isteyen insanlar için bu durum psikolojik bir bozukluk.
Bypass olmuş hastalara 14 Şubat önerileri
Hastalara aşık olmalarını tavsiye ediyoruz. Ama eşlerine aşık olsunlar. Kalp ameliyatı olmuş hastaların eşlerine verecekleri en güzel hediye onların tüm organlarının sağlıklı ve yerinde olmalarını göstermeleridir. Bundan daha güzel bir hediye olamaz.
Her Yaşa Farklı Bakım
Eğer henüz 20′li yıllarını sürüyorsanız o zaman cilt problemleriyle henüz karşılaşmadınız demektir.
Güzelliğin birinci koşulu cilt bakımı şüphesiz. Tabi doğru bakım yöntemini seçebilmek de burada önemli bir rol üstleniyor. Uzmanlara göre her yaşın ürünleri farklı. Dolayısıyla bu basit kuralı göz önünde bulunduran her kadının, yaşı kaç olursa olsun, güzel bir cilde sahip olması mümkün. Çünkü güzelliğin yaşı yok…
Güneş, rüzgâr, yağmur ve soğuk gibi değişik iklim koşulları, giderek çoğalan çevre kirliliği ve incelen ozon tabakası karşısında cildimiz de göstermek zorunda olduğu direnç katlanarak çoğalıyor. Hergün karşı karşıya kaldığımız bu olumsuz faktörler cildin yaşlanmasını hızlandırıyor.
Gülmek, hayal kurmak, konuşmak ya da hayret etmek… yüzdeki izler ya da kırışıklıklar bazen bu hoş güdülerle daha özellikli bir hal alabiliyor. Ama zaman içinde günlük kas maratonunun izleri giderek derinleşiyor ve yüze yerleşiyor. Aslında cildin yaşlanmasında en büyük etken genetik özelliklerle bağlantılı. Bir bölümde de dış faktörler rol oynuyor. Eğer bunların içinde ana nedenleri sayacak olursak iklim koşulları, sağlıksız yaşam, cilt bakımına yeterince önem vermemek, ilaç kullanmak, fazla sigara ve alkol tüketimi ilk sıralarda yer alıyor. Bu olumsuzluklar da kendini ciltte kırışıklık olarak ortaya koyuyor. Ten rengi cansızlaşıyor, cilt soluyor, kuruyor ve parlaklığını yitiriyor. Pigment lekeleri sağlıksız bir cildin habercisi olarak cilt yüzeyine yerleşiyor. Bu arada bio kimyasal değişiklikler de cildin iç katmanlarında etkili oluyor. Cildin üst yüzeyi olan epidermis gerginleşirken orta tabaka olan dermiş inceliyor ve elastikiyetini kaybediyor. Cilt tabakaları arasındaki iletişim giderek azalıyor. Yağ dokusu yeniden yapılanıyor ve derin tabakalardaki cilt elastikiyeti bozuluyor. Kas lifleri üzerinde bulunan cilt çizgileri giderek derinleşiyor ve bir daha düzelemiyor. Bunun sonuçları olarak arşımıza solgun, direnci az, elastikiyetini kaybetmiş bir cilt tipi çıkıyor.
Cildin orta yaş krizi
Peki, 30,40 ya da 50. Doğum günlerinde yaşlılık krizine giren kadınların sayısı ne kadardır dersiniz? Çok değil çünkü kadınlar artık yaşlılığa çok daha güvenli ve korkusuzca bakıyor. Yapılan araştırmalar 35-40 yaş arsındaki oran için görünümün kesinlikle büyük önem taşıdığını ortaya koyuyor. Ve onlar da ciltlerinin artık 20 yaşındaki kadar genç, gergin ve taze görünmeyeceğinin farkında. Dermatologların ve kozmetikçilerin bildiği bir şey var o da kırışıklıklar, elastikiyet kaybı ve yorgun ciltlerde sadece doğal yaşlanma sürecinin suçlu olmadığı. Suçlular arasında UV ışınları, çevre kirliliği, cildimizi çoğunlukla olduğundan daha yaşlı gösteren stres gibi dış etkenler de bulunuyor. Yeni anti-aging kremleri bu yüzden oldukça hassas içerikleriyle ortaya çıkıyor. Sadece ciltteki beslenme ve enerji yetersizliğini dengelemekle kalmıyor aynı zamanda koruma mekanizmasını da yeniden harekete geçiriyor. Bileşimlerindeki yeni saf bio-etkili maddeler doğadaki malzemelerden ve bitki özlerinden oluşuyor.
Korunma 20′lerin ilk koşulu
Eğer henüz 20′li yıllarını sürüyorsanız o zaman cilt problemleriyle henüz karşılaşmadınız demektir. Çünkü cildiniz henüz genç ve taze görünümünü korumaya devam eder. Doku ise kırışıklıkların oluşmasını önleyecek kadar elastik ve yeterince neme sahiptir. Yine de çevre kirliliği, olumsuz dış etkenler ve güneş ışınların zaman içinde nasibini almaktan kurtulamaz. 20′li yaşlarda cildin kan dolaşımı normal bir düzende sağlıklı bir şekilde devam etmektedir. Bu yüzden parlak ve pürüzsüz bir görünümdedir. Ancak 25 yaşla birlikte vücudun yaşlanma saati yavaş yavaş işlemeye başlar. Vücut elastin, kollajen ve ter üretimini giderek kısıtlamaya başlar. Cilt gün be gün kendini nemlendirme gücünü kaybeder ve kuru bir görünüm alır. Bu yüzden 20′lerin son demlerinde cildinizde ince de olsa ilk kırışıklıklarınızla yüzleşmeye hazır olun, özellikle de göz çevresinde… Termal suyla ve nemlendiricilerle yapılan ilk bakımlar cildin mümkün olduğunca uzun süre gençliğini korumada etkilidir.
Uyguladığınız bakım E ve C vitaminli ürünlerle desteklendiğinde ise hücrelere zarar veren serbest radikallerin nötralize olmaları çok daha kolay olacaktır. 20′li yaşlar için en ideal bakım ürünleri hafif içerikli j el formundaki kremler ya da sıvılardır. En az bakımlar kadar önemli olan bir konu daha var ki o da cildin güneş ışınlarından korunması olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü zararlı ışınlar hala cilt yaşlanmasında en önemli etken olmaya devam ediyor. Birçok kozmetik ürünü UV korumalı olarak üretiliyor. Benim tavsiyem, ister kış ister yaz günü olsun, dışarı çıkarken cildinize mutlaka bir nemlendirici sürmelisiniz.
Bu yaşlarda derinlemesine temizliğin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Çünkü cilt sadece ergenlik döneminde değil daha sonraki dönemde de olumsuz çevre koşullarından etkileniyor. Bu yüzden uyumadan önce makyajınızı iyice temizlemeyi ihmal etmeyin. Yoksa cildinizin mat bir görünüm alması ve canlılığını yitirmesi işten bile değil. Cilt sorununuz yoksa bile günde bir kez süt, krem ya da köpükle temizlemeyi alışkanlık haline getirin. T bölgesi olarak bilinen alın, çene ve yanak bölgesi özellikle temiz tutulması gereken bölgeler arasında. Dolayısıyla.. cildinizi sadece akşamları değil sabahları da temizlemenizde fayda var.
DEPRESYON
DEPRESYON NEDİR?
Depresyon toplumda çok sık görülmekle beraber, ilk kez depresyonun tanımlanması Hipokrat dönemine kadar eskilere uzanır. Depresyonun temelinde daha önceden isteyerek ve severek yaptığı günlük aktivitelere karşı isteksizlik ve hayattan zevk alamama durumu vardır. Ek olarak kişide kederli ve üzgün bir duygudurum ile birlikte görülen bazı değişiklikler zamanla oluşur. Bu durumda kişi herşeyi olumsuz olarak değerlendirerek karamsarlık düşünceleri ile geçmişi ve geleceği düşünmeye başlar. Bu düşünceler istemesede kişinin aklına gelir. Yani günlük yaşantıda herşeyin olumsuz taraflarını görür. Geçmişte yaşanmış olayların olumsuz ve kötü taraflarını görerek kendisini suçlu ve cezalandırılmış hisseder. Aynı şekilde geleceği de umutsuz ve karamsar görerek gelecek adına çaresizlik düşünceleri iyice pekişir. Kişi hayatından zevk alamaz hale gelerek hatta yaşamanın anlamsız olduğunu düşünecek kadar kendini çökkün hissedebilir. Bu olumsuz bakış günlük hayatına, kişiler arası ilişkilere yansıyarak onun okul ve/veya iş hayatındaki performansının düşmesine neden olabilir. Yalnız normal sınırlarda kabul edilecek gün içerisindeki duygulanımdaki çökkünlükler depresyon sayılmaz. Depresyon diyebilmemiz için gün içerisinde hemen hemen gün boyu ve en az son onbeş gündür devam ediyor olması gerekir.
DEPRESYONUN DİĞER BELİRTİLERİ NELERDİR ?
Önceden zevk aldığı günlük aktivite ve meşguliyetlerden zevk alamama, gün içerisinde sürekli veya günün büyük çoğunluğunda kederli ve üzgün olma, gençlerde ve çocuklarda daha çok çabuk sinirlenme duygudurum değişikliği, uyku azalması, sık sık uyanma, erken uyanma veya çok fazla uyuma, iştahsızlık veya çok aşırı yeme, dikkat dağınıklığı ve konsantrasyon azalması, cinsel istekte azalma, çabuk yorulma, akla gelen ölüm düşünceleri, kendini değersiz -çaresiz- işe yaramaz - beceriksiz - suçlu görme, olayları olumsuz değerlendirme, geleceğe yönelik karamsar düşünceler ve buna benzer belirtiler görülür. Bu belirtilerin tamamı olabileceği gibi, önemli bir kısmı da bulunabilir.
ÇOCUKLARDA GÖRÜLEBİLECEK EK BELİRTİLER NELERDİR ?
Son zamanlarda ders başarısızlığının artması, gün içerisinde aşırı sinirlenme, özellikle iştah artışı şeklinde iştah değişiklikleri, uyku bozukluğu ve aşırı uyuma, okul içerisinde yalnız olmayı tercih etme, daha önceden severek yaptığı hobilerinden uzaklaşma, arkadaşlarından uzaklaşma, üzgün bakış, daha çok sessiz sakin olmayı tercih etme, daha çok odasında yalnız vakit geçirmeyi tercih etme ( uzun süre ), tutturma nöbetleri ve öfke krizleri, kendini diğer arkadaşlarına göre beceriksiz ve başarısız görme, ders çalışmada isteksizlik, son zamanlarda madde bağımlılığı, riskli arkadaş gruplarına katılma vb.
DEPRESYON NASIL OLUŞUR ?
Kişide depresyon oluşması için belli bir kişiyi olumsuz yönde etkileyen stres etkeni veya yaşanan bir olay olabilir. Kişiler arası ilişkilerdeki olumsuzluklarda kişiyi depresyona sokabilir . Özellikle günümüzde psikososyal stres etkenlerinin artması ile toplumu oluşturan bireylerin depresyon geçirme riski artmıştır . Depresyon hiçbir dış etken olmadanda kendi kendine kişide endojen dediğimiz şekli ile zamanla gelişebilir.
DEPRESYON TİPLERİ NELERDİR ?
Melankolik tipte özellikle sabahları çok yoğun çökkünlük hissi ile beraber hemen her şeye karşı zevk kaybı, aşırı yorgunluk ve halsizlik görülür. Atipik şeklinde ise genellikle uyku ve iştah azalması olan tipik şekilde olanın tersi olarak, uyku ve iştah artışı ön plandadır. Mevsimsel tipte tekrarlayan mevsimle birlikte olan depresyon belirtileri vardır. Tipik olanda ise azalmış uyku,iştah, enerji vardır.
DEPRESYONDA BEDENSEL ŞİKAYETLER NELERDİR ?
Depresyondaki kişi bedensel şikayetler diyebileceğimiz; Baş ağrısı, kas ağrıları, aşırı yorgunluk ve halsizlik, sindirim sistemi rahatsızlıkları, kalp ve dolaşım sistemi şikayetleri, cinsel işlev bozuklukları ve buna benzer bedensel yakınmalar ile de çoğunlukla doktora başvururabilir.
DEPRESYONUN AİLEYE ETKİSİ NELER OLABİLİR ?
Depresyon durumu aile üyelerinden birisini etkilediği zaman, etkileşim durumunda olan aile bireyleri ister istemez bu durumdan etkilenecektir. Aile üyelerinden harhangi birindeki depresyon hali genelde aileninde genel atmosferini daha karamsar ve olumsuz hale getirebilir. Depresyondaki aile bireyinin diğer aile bireyleri ile ilişkileri bozulabilir. Örneğin evde babanın depresyondan etkilenmesi onun mesleki performanısnın azalmasına, işlevselliğinin azalmasına, evine ve ailesine daha az ilgi göstermesine, evdeki anlaşmazlı, tartışma ve sıkıntıların artmasına, ailenin sosyal aktivitelerinin azalmasına, çocuklarda aile içindeki gerilim ve sıkıntılardan dolayı kaygı belirtilerinin oluşmasına (tırnak yeme, altını ıslatmaya veya kirletmeye başlatma, kekeleme, tik bozuklukları, uyku ve iştah bozuklukları vb) yol açabilir.
DEPRESYON TEDAVİSİ NASILDIR ?
Depresyon tedavisi son zamanlarda daha kolay hale gelmiştir. Genellikle ve çoğunlukla kullanılan tedavi yaklaşımı ilaç tedavisidir. İlaç tedavisinede serotonin ve noradrenalin üzerinden etki yapan antidepresan dedğimiz ilaçlar kullanılır. Aynı zamanda bilişsel olumsuzlukları ve öğrenilmiş çaresizlik düşüncelerini gidermek ve tadaviyi hızlandırmak için psikoterapiye de ihtiyaç olabilir. Nedene yönelik olarak psikososyal stres faktörlerinin de ortadan kaldırılması süreç içerisinde iyileşmeyi hızlandıracaktır. Bu dönem içerisinde kişinin hayatını mevcut depresyonun ez az şekilde etkilemesi için, durumun bir psikiyatrist tarafından değerlendirilmesi ve vakit geçirilmeden tedaviye başlanması önemli olabilmektedir.