Migren en çok kadınları vuruyor..



Yapılan araştırmalar Türk kadınlarının yüzde 74’ünün ağrı yaşadığını ortaya koyuyor. Yaşamlarının ortalama 5 yılı ağrı çeken kadınlarda en sık görülen ağrı çeşidi ise baş ağrısı ve migren...

Tüm dünyada en yaygın hastalıklardan biri olarak yaşanan migren, kadınlarda erkeklere oranla iki kat daha fazla görülüyor. Yapılan araştırmalar ülkemizde erişkinlik döneminde migren görülme sıklığının erkeklerde yüzde 11 iken kadınlarda yüzde 22 civarında olduğunu ortaya koyuyor. Ergenlik dönemindeki genç kadınlarda migren görülme sıklığı ise her geçen gün daha da artıyor.

Uzmanlar kadınlarda migrenin daha fazla görülmesini östrojen seviyesinin yüksekliği ile ilişkilendiriyor. Migren hastalığı bulunan kadınların yüzde 60’ında baş ağrısı atakları adet dönemlerinde sıklaşıyor. Sadece adet dönemlerinde görülen bir migren türü bile bulunuyor. Bu migren türünde baş ağrısı adetin 1. ve 2. gününde görülüyor diğer zamanlarda ise ortaya çıkmıyor. Kadınların yüzde 60’ında hamilelik sırasında, özellikle de ikinci ve üçüncü üç aylık dönemlerde migren açısından bir iyileşme görülebiliyor.

Uzmanlar bu iyileşmenin, östrojen ve progesteron hormonu seviyelerinin bu dönemde nispeten sabit kalmasına bağlı olduğunu düşünüyor. Yüzde 15 oranında ise migren bulguları hamilelik döneminde kötüleşebiliyor. Hastanın migren paterni, hamilelik bittiğinde ve tekrar adet görmeye başladığında geriye dönüyor.

Felç Geçirme Riskine Dikkat!

Kadınların ayrıca baş ağrısı öncesinde görme bozukluğunun yanı sıra ışıklar ve çizgiler görebileceğini belirten Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Mustafa Ertaş, auralı migreni olan kadınların bir sorununun da doğum kontrol ilaçları ve sigara olduğunu vurguluyor. Ertaş, “Eğer auralı migreni olan hasta doğum kontrol ilaçları ve sigara kullanıyorsa felç geçirme riski, migreni olmayanlara göre 15 kat artıyor. Bu risklerden kaçınmak için baş ağrısı tipinin doğru teşhis edilmesi gerekmektedir. Auralı migren tipi olan kadınların bu riskten kaçınması için bu tip ilaç kullanımlarından ve sigara alışkanlıklarından vazgeçmesi gerekmektedir” dedi.

Migrenin tedavisi akut atakların tedavisi ve atakların gelmesini önleyici tedavi olarak iki aşamada değerlendiriliyor. Akut tedavide ağrı kesiciler (antienflamatuvar) ilaçlar veya triptanlar kullanılıyor. Aspirin gibi ağrı kesici antienflamatuvar ilaçlar, tek başlarına ya da bulantı kesici bir ilaçla baş ağrısında etkili bir çözüm olarak öneriliyor. Önleyici tedavi, migren atakları ayda iki veya üç defadan daha fazla görüldüğünde, günlük yaşamı etkileyecek kadar şiddetli olduğunda uygulanıyor ve genellikle her gün kullanılıyor.

Diyetçi margarinciye yağ mı çekiyor



Yıllardır kalp hastalıklarına neden olduğu söylenen margarini gönül rahatlığı ile sofralarımıza alabilecek miyiz? Yılların diyetisyenleri saf mı değiştiriyor?

Mutfak Ürünleri ve Margarin Sanayicileri Derneği MÜMSAD, son yıllarda margarinden uzaklaşan tüketicileri yeniden margarinle buluşturmak amacıyla bir kampanya düzenliyor.

Yani, amaç kalp sağlığına zararlı olduğunu düşündüğümüz için uzak durduğumuz margarine, yeniden dönüşü sağlamak. Yıllardır trans yağların zararlı olduğunu söyleyen uzmanlar şimdi neden margarine yönelik olumlu açıklamalar yapıyor. Bir süre önce 'margarinden kaçınılmalı' diyen Taylan Kümeli, bu kampanyada yer alıyor. Prof. Dr. Ayşe Baysal, Neşe Erberk ve diyetisyen Salahattin Dönmez de bu kampanyaya destek oluyor.

Özellikle 'Çocuklarınızı katkı maddeler içeren yiyeceklerden uzak tutun' diyerek yıllardır bu konuda halka bilgiler veren Prof. Dr. Rasim Küçükusta, margarini asla tüketmediğini söylüyor: "Sağlıklı beslenme için benim yediğim ve hastalarıma tavsiye ettiğim iki yağ var. Biri zeytinyağı diğeri hakiki tereyağı. Ben margarin yemiyorum ve kimseye de tavsiye edemem. Bana göre diyetisyenler margarin üreticilerine yağ çekiyor" dedi.

MASUM YAĞ YOK

Beslenme Diyet uzmanı Gürsel Doğan'a göre her şeyin aşırısı riskli. 'Margarin sağlık açısından riskli' denilebilmesi için günlük kullanım miktarını aşmamak gerekiyor. Doğan, "Tereyağı, zeytinyağı ve margarinin de dozu olmalı. Biz, yemeklerde 10 gram öneriyoruz. Oran önemlidir. Eğer 30 gram olursa kalp- damar riski taşıyor. Aslında biz toplum olarak zeytinyağının da ölçüsünü bilemedik. Zeytinyağı da masum değil" şeklinde konuştu.

MARGARİNDE 10 YILDIR TRANS YAĞI YOK

MÜMSAD Yönetim Kurulu Başkanı Metin Yurdagül, son yıllarda kamoyunda margarin ile trans yağ arasında yanlış bir algılamanın oluştuğuna da dikkat çekiyor. Yurdagül, "Türk margarin sanayisinin önde gelen temsilcileri bu sorunu 1990'ların sonunda çözdüler. Ancak Türk margarin üreticileri trans yağ sorununu çözdüğü dönemde kamuoyunda trans yağa ilişkin yeterli bilinç yoktu. Şimdi yeni devreye giren etiketleme tebliğine göre ürünlerimizde 'Trans Yağ Yoktur' amblemini kullanarak sorumluluğumuzu yerine getireceğiz" dedi.

Zeytinyağını öneriyorum

Dr. Ender Saraç ise, 2000 yılından sonra margarinlerde iyi firmaların trans yağ oranını ya en aza indirdiğini ya da tamamen yer almadığını söyledi. "Ben yine de zeytinyağını öneriyorum" diyen Saraç, mutlaka margarin kullanmak isteyenlere önerilerde bulundu: Saraç, "Marketten margarin alırken, iyi firmaların ürettiklerini satın almalısınız. İçiriğinde trans yağın var olup olmadığına bakmalısınız. Ama trans yağı yoksa margarin gönül rahatlığı yenilebilir. Margarinler kolesterol de içermiyor." Beslenme uzmanları margarin hakkında bunları söylüyor. Kardiyoloji uzmanı Ferhan Meriç, ise "İçinde trans yağı varsa, zararlıdır. Ancak burada önemli olan bu maddenin varlığı. Firmalar trans yağının artık olmadığı söylüyor. Yani kalp-damar hastalığına neden olan madde trans yağıdır. Eğer içinde yoksa risk aza iniyor" dedi.

Ana kucağı ağrı kesici ilaç gibi



Yapılan bir araştırma, prematüre olarak dünyaya gelen ve tıbbi bakımdan geçen bebeklerin anne kucağında ve tensel temas halinde olmaları durumunda daha az ağrı duyduklarını ortaya koydu.

Kanada'da McGill Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, prematüre olarak dünyaya gelen ve tıbbi bakımdan geçen bebeklerin anne kucağında ve tensel temas halinde olmaları durumunda daha az ağrı duyduklarını ortaya koydu. Acı çekip ağlayan bebekler anne kucağında 3 dakika içinde normale dönerken annesinden uzakta olanların acısı sürdü.

Mantar özü meme kanserini durdurabilir



Doğu Asya’da yüzyıllardır tıbbi olarak kullanılan bir mantarın özünün, meme kanseri hücrelerinin büyümesini durdurabileceği belirtildi.

Sonuçları “British Journal of Cancer” adlı dergide yayımlanan, Metodist Araştırma Enstitüsü’nün yaptığı araştırma çerçevesinde, Phellinus Linteus adlı mantarın muhtemelen, hücre büyümesiyle sonuçlanan sinyalleri kontrol eden, AKT diye bilinen bir enzimi bloke ederek kansere karşı bir etki oluşturduğu belirtildi.

Araştırmacı Dr. Daniel Sliva, meme kanseri üzerinde yapılan araştırmada, sözkonusu mantarın özünün, yeni kanser hücrelerinin kontrolsüz büyümesini indirgediğini, bu hücrelerin saldırgan tutumunu bastırdığını ve tümörü besleyen yeni damarları bloke ettiğini söyledi.

Phellinus Linteus’un, deri, akciğer ve prostat kanseri hücreleri üzerinde benzer bir etkiye sahip olduğu biliniyor.

Antidepresan kullanımı 4 yılda yüzde 85 arttı



Türkiye’de antidepresan ilaç kullanımı hızla artıyor, yeni kuşaklar depresyon ilaçlarına sarılıyor. Antidepresan kullananların oranı, son 4 yılda yüzde 85 oranında arttı.

Depresyon uzmanlar tarafından, kanserden sonra çağın en önemli ikinci hastalığı olarak değerlendiriliyor.

Türkiye’de son 4 yılda antidepresan kullanımınındaki artış endişe verici. Yüzde 85 oranındaki artış uzmanları tedirgin ediyor.

2003 yılında 14 milyon 138 bin kutu antidepresan tüketilirken, bu rakam 2006 yılı verilerine göre 22 milyon 651 bine, 2007 yılında ise 26 milyon 246 bine çıktı.

Türkiyede antidepresan kulanımının özellikle 17-24 yaş arasında yoğunlaştığı söyleniyor. Bilinçsiz antidepresan kullanımı gençlerde öfke ve şiddet eğilimini körüklüyor..

Uzmanlar antidepresanların reçetesiz satılmaması gerektiğini söylüyor ve uzman kontrolünde kullanılan ilaçların tedavi yönünün yüksek olduğu vurgulanıyor.

Depresyon kalp krizine yol açıyor



Depresyon kalp krizine, atlatılan kalp krizi sonrası devam eden depresyon ise erken ölüme yol açıyor.

ABD’de yapılan araştırmaya göre, kalp krizinden kurtulmayı başaran yetişkinlerde depresyonun devam etmesi ölüm riskini artırıyor ve ömrü kısaltıyor.

Uzmanlar, araştırmada incelenen kişilerin yüzde 76’sının geçirdiği kalp krizinin altında ağır depresyonun yattığını belirtiyor.

Evdeki stres, çocuğu hasta ediyor



Stresli ebeveynlerin çocukları daha çok hasta oluyor...

İngiltere’de yürütülen bir araştırma, stresli anne babaların çocuklarının hastalıklara daha yatkın olduğunu gösterdi.

Sürekli diken üzerinde yaşamak zorunda kalan çocukların bağışıklık sistemleri zayıflıyor bu da onları enfeksiyonlara açık hale getiriyor.

Uzmanlar, bu çocukların diğerlerinden kat ve kat daha fazla hasta olduğunu vurguluyor.

Obeziteye neden olan kilit protein keşfedildi



Proteinin keşfiyle yalnızca obezite değil, bazı kanser türleri, yağ dokusunda ve kas kütlesinde azalma ve iç organlardaki küçülme gibi önemli sorunlar da tedavi edilebilecek.

İsveç Karolinska Enstitüsü’nden bilim adamlarının yaptığı araştırmaya göre, TRAP (tartarata dirençli asit fosfataz) adı verilen protein yeni yağ hücrelerinin oluşumunu tetikliyor ve kilo alımını hızlandırarak, obeziteye neden olabiliyor.

Yaklaşık 4 yıl boyunca aşırı kilolu 14 kadını inceleyen araştırmacılar, aşırı kilolu kişilerde bu proteinin çok yüksek seviyede olduğunu gördü.

Araştırmada ayrıca bu proteinin bazı kanser türlerinin yanı sıra kaşeksi (aşırı kilo kaybı, deri altı yağ dokusundaki azalma, kas kütlesinde azalma ve iç organlarda küçülme, derideki değişiklikler, saç dökülmesi gibi belirtileri olan vücudun gerilemesi durumu) tedavisinde de umut olabileceği ortaya çıktı.

Araştırma internetteki Amerikan Plos One dergisinde yer alıyor.

Bilim adamları acımasızlık genini keşfetti



“Bencil diktatörler genlerinin esiri oluyor”. İsrailli bilim adamları neden bazı insanların diğerlerine göre daha acımasız olduklarını araştırdı. Buna göre, “AVPR-1” genini taşıyanlar bencil ve zalim davrandıklarında büyük haz alıyorlar.

Araştırmaya göre, “AVPR-1” adlı gen ile bencil ve acımasız davranışlar arasında bir bağ bulunuyor. Bir başka deyişle, “acımasızlık” insanların genlerinde saklı.

İsrailli bilim adamları, “AVPR-1” genini taşıyanların başkalarına yardımcı olacak hareketlerden daha az zevk aldıklarını ortaya koydu.

Araştırmaya göre bu gene sahip olan insanlar bencil davrandıklarında normal insanlardan çok daha büyük haz duyuyor.

Yaşlılarda ‘izole sistolik hipertansiyon’a dikkat



Kardiyolog Prof. Dr. Ahmet Oktay, sadece büyük tansiyonun yüksek, küçük tansiyonun normal veya düşük kalması olarak tanımlanan izole sistolik hipertansiyonun, özellikle yaşlılarda karşılarına çıktığını söyledi.

Kardiyolog Prof. Dr. Ahmet Oktay, sadece büyük tansiyonun 14’ün üzerinde, buna karşın küçük tansiyonun normal veya düşüklüğünün sık görülen bir durum olduğunu kaydetti.

Bu hastaların kalp yetersizliği ve kardiyovasküler komplikasyonlar bakımından yüksek risk altında olduğunu belirten Prof. Dr. Ahmet Oktay, ” izole sistolik hipertansiyon hastalarının kontrollu ilaçla tedavi çalışmalarında, büyük kan basıncının aşağıya çekilmesi ile inme, kalp krizi, kalp yetersizliği gibi risklerde anlamlı bir azalma sağlanabildiği tartışma götürmeyecek şekilde kanıtlanmıştır” dedi.

Sadece büyük(sistolik) kan basıncının (tansiyon) yüksek olması, küçük (diyastolik) kan basıncının normal veya düşük olması mümkün müdür?

Gerçekten de sadece büyük tansiyonun yüksek olması (140 mm Hg’nın, ya da halk arasında bilindiği şekilde 14’ün üzerinde), buna karşın küçük tansiyonun normal veya düşük kalması (90 mm Hg’nın (9’un) altında) pek de nadir görülmeyen bir durumdur. Hekimlerin “izole sistolik hipertansiyon” olarak isimlendirdikleri bu durum, özellikle yaşlılarda karşımıza çıkmaktadır. Bu tip hipertansiyonun kansızlık, tiroid bezinin fazla çalışması gibi bazı nadir nedenleri söz konusuysa da, izole sistolik hipertansiyon hemen daima kalpten çıkan ana atar damarın(aortun) ve onun ana dallarının yaş ve damar sertliğine bağlı olarak sertleşmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Sertleşen damar duvarı kanın pompalanmasıyla beklendiği oranda esneyip genişleyemeyeceğinden damar içindeki kan basıncı yükselmek zorunda kalmaktadır. Esasında büyük kan basıncı hem kadınlarda, hem de erkeklerde yaşla sürekli bir artış eğilimindeyken, küçük kan basıncı her iki cinsiyette de 55-60 yaşlarından itibaren azalma eğilimi gösterir. Böylece yaşlılarda hipertansiyon sıklıkla sadece büyük tansiyonun yüksekliği şeklinde ortaya çıkar.

Yalnızca büyük kan basıncının yüksek olması(izole sistolik hipertansiyon), hem büyük hem de küçük kan basıncının yüksek olması kadar tehlikeli veya kalp-damar hastalıklarını tetikleme açısından riskli midir?

Topluca değerlendirilen gözlemsel çalışma sonuçlarına göre hem büyük, hem de küçük kan basıncının yükselmesinin birbirinden bağımsız olarak ve benzer şekilde inme ve kalp krizine bağlı ölüm riskini artırdığı bilinmektedir. Özellikle yaşlılarda yapılmış gözlemsel çalışmalarda ise, ilginç olarak riskin büyük kan basıncının artmasıyla doğru orantılı olarak arttığı, buna karşın küçük kan basıncı ile ters orantılı olduğu (yani küçük kan basıncının azalması ile riskin arttığı) belirlenmiştir. Sonuç olarak, sadece büyük kan basıncı yüksekliği, küçük kan basıncının yüksekliği kadar olumsuz ve riskli bir durumdur. Sevindirici olarak, sadece büyük kan basıncı yüksek olanlarda (izole sistolik hipertansiyon hastaları) kontrollu ilaçla tedavi çalışmalarında, büyük kan basıncının aşağıya çekilmesi ile inme, kalp krizi, kalp yetersizliği gibi risklerde anlamlı bir azalma sağlanabildiği tartışma götürmeyecek şekilde kanıtlanmıştır.

Yalnızca büyük kan basıncı yüksek olan yaşlı kişilerde küçük kan basıncının fazlaca düşük olması kalp-damar hastalıkları açısından daha yüksek bir risk getirir mi?

Kanıtlar çok güvenilir olmamakla birlikte elimizdeki gözlemsel veriler yaşlı hipertansiyon hastaları grubunda, küçük tansiyon değeri düştükçe riskin, yani olumsuz sonuçların ortaya çıkması ihtimalinin arttığına işaret etmektedir. Bir başka ifade tarzıyla büyük kan basıncıyla küçük kan basıncı arasındaki fark ne kadar genişlemişse veya açılmışsa, kişinin riski o oranda artmakta gibi gözükmektedir. Farklı bir anlatımla büyük kan basıncı yüksek, ancak küçük kan basıncı düşük(60 mm Hg’dan (6’dan) düşük) yaşlı hipertansiyonlular özellikle yüksek risk taşıyan bir grubu temsil etmektedirler. Son yıllarda ortaya konmuş bu husus, sadece büyük kan basıncı yüksekliği olan hastaların tedavisinde bazı sorun ve kuşkuların da kaynağı olmaktadır.

Sadece büyük kan basıncı yüksek olanlarda, tedavi ile hem büyük kan basıncı, hem de küçük kan basıncını düşürmenin bir olumsuzluğu(zararı) söz konusu mudur?

Hipertansiyon konusunun iyi cavaplandırılamamış hususlarından biri de bu sorundur. Teorik olarak ve de bazı gözlemsel çalışmalara bakarak, özellikle koroner kalp hastalığı bulunanlarda küçük kan basıncının 60 mm Hg’nın (6’nın) altına çekilmesinin kalp krizi ve ölüm riskini artırabileceği söylenebilir. Ancak izole sistolik hipertansiyon hastalarında yapılan kontrollu ilaç çalışmaları küçük kan basıncının çok düşürülmesinin kalp krizi olaylarını artırdığını gösterememiştir. Bu bulgular çok sevindirici olmakla beraber, bazı nadir olgularda küçük kan basıncının çok düşürülmesinin olumsuz etkileri söz konusu olabilir. Bu çekinceye rağmen, izole sistolik hipertansiyonlu hastalarda ilaç tedavisinin kalp krizi riskini azaltmak da dahil olmak üzere genel yararlarının çalışmalarda gayet net olarak ortaya konmuş olması son derecede önemlidir. Bu nedenle, izole sistolik hipertansiyonun tedavisinde, küçük tansiyonu fazla düşürmenin bazı sakıncaları olabileceği akılda tutulmakla beraber, büyük tansiyonun normal sınırlara çekilmesi için azami çaba sarfedilmelidir. Hem hekim, hem de hasta açısından zor olan, hatta bazen olanak dışı bulunan, büyük kan basıncını normal değerlere çekerken küçük kan basıncının aşırı düşmesine meydan vermemektir.

Doğru beslenme, kanserden korunmada önemli

Kanserden korunmak için özellikle hücre yenilenmesine yardımcı olan C, E ve A vitamini içeren meyve ve sebzelerin bol tüketilmesi gerekiyor. Vitaminler, haplar yerine, sebze ve meyvelerden alınmalı...

Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Gamze Çan, dünyada ve Türkiye’de en sık görülen kanser türlerinin erkeklerde akciğer, kadınlarda ise meme kanseri olduğunu belirtti.

Beslenme faktörlerinin kansere yol açtığına dikkati çeken Prof. Dr. Gamze Çan, aşırı kırmızı et ve yağlı yiyecek tüketiminin kalın bağırsak kanseri, aşırı tuz tüketiminin ise mide kanserine neden olduğunu ifade etti.

Kanserden korunmak için kansere yol açan faktörlerden uzak durulması gerektiğini vurgulayan Çan, “Sigara ve alkolden uzak durmalı, güneş ışığının dik geldiği saatlerde özellikle küçük çocukları güneşten korumalıyız” dedi.

Günde 5-6 öğün taze meyve ve sebze tüketilmesi gerektiğini dile getiren Çan, şöyle devam etti:
“Özellikle C, E ve A vitamini içeren meyve ve sebzeler bol tüketilmelidir. Bu vitaminler hücrelerin yenilenmesine yardımcı olur. İşlenmemiş tahılları, lifli yiyecekleri, zeytinyağını, tatlılardaki şekerler yerine meyvelerdeki şekeri, rafine şeker yerine ise bal ve pekmezi tercih etmeliyiz. Beyaz şeker sadece insanlar için değil bütün canlılar için zararlıdır. İlk bir sene bebeklere verilen yemeklere tuz koyulmamalı. Bebeklere kesinlikle beyaz şeker verilmemeli, bunun yerine yiyeceklerine bir kaşık bal ya da pekmez katılmalıdır. Çocuklar beyaz şeker yerine diğer şekerlere alıştırılmalıdır.”

Prof. Dr. Çan, salamura, turşu ve tuzlu yiyeceklerden uzak durulması gerektiğini de vurgulayarak, “Sucuk, salam gibi işlenmiş et ürünlerinde uzun süre dayanmaları için kimyasal dolayısıyla kanserojen maddeler bulunmaktadır. Bu nedenle bu ürünlerden de uzak durulmalıdır. Yiyeceklerdeki katkı maddelerine dikkat edilmelidir. Tatlandırıcılar, soslar, konservelerde katkı maddeleri bulunmaktadır. En zararsız denilen katkı maddesi bile zararlıdır” diye konuştu.

Besinlerin hazırlanmasına da dikkat edilmesi gerektiğini ifade eden Çan, yiyeceklerin kömür ızgarasında pişirilmemesi, tekrar tekrar kaynatılmaması, yüksek ısı yerine düşük ısıda, besinin C ve E vitamini gibi antioksidan özelliğinin bozmadan pişirilmesi gerektiğini kaydetti.

“VİTAMİNLERİ SEBZE VE MEYVELERDEN ALIN”
Vitaminlerin haplar yerine sebze ve meyvelerden alınması gerektiğine dikkati çeken Çan, “Vitamin hapları, kimyasal formdaki vitaminlerdir. Her şeyin doğal olanı sağlıklıdır. Sağlıklı bir kişinin, vitamini sebze ve meyve tüketmek yerine vitamin tabletinden almasını asla önermiyoruz” diye konuştu.

Gamze Çan, kanserden korunmak için düzenli olarak fiziksel egzersiz yapılması gerektiğini vurgulayarak, şunları söyledi:
“Çocuklar ve gençlerin haftada en az 5 gün 1’er saat, yetişkinlerin ise yarım saat düzenli egzersiz yapması şart. Yürümek istemiyoruz, her yere araçla gidiyoruz. Alışverişlerimizi, banka işlemlerimizi internette yapıyor, hatta gazetemizi bile bilgisayar başında okuyoruz. Büyüklerimizin her şeyi yediklerini ancak sağlıklı olduklarını söylüyoruz. Eskiden insanlar tarlada, bahçede çalışarak yediklerini yakıyorlardı, bir denge vardı. Biz ise yeme alışkanlığını sürdürüp, yakmayı bırakıyoruz. Sonra kilo vermek için saçma sapan rejimler yapıp sağlığımızı kaybediyoruz.”

KANSERE YOL AÇAN DİĞER FAKTÖRLER
Kanserde genetik faktörlerin rol oynadığını, meme, mide ve kalın bağırsak kanserlerinin bazı ailelerde daha sık görüldüğünü ifade eden Çan, ailesinde meme kanseri olan kadınların, mutlaka düzenli taramalardan geçmesi gerektiğine dikkati çekti.

Katran, deterjan gibi kimyasal maddelerin kanserlerin yüzde 4’ünde etkili olduğuna işaret eden Çan, “Deterjanlar çevreyi de, bizi de kirletiyor. Daha ekonomik diye tercih ettiğimiz deterjanlar yeterince durulanmadığı, özellikle de soğuk suyla yıkandığında, sıcak yemekte çözünmekte ve yediklerimize karışmaktadır. Bu nedenle deterjan kullanımı sınırlı tutulmalı ve dikkatli olunmalıdır” dedi.

Çan, hava kirliliğinin, sigara ile birleştiğinde kanserlerin yüzde 10’unda etkili olduğunu da söyledi.

Gıda boyaları Avrupa’da yasaklanacak



Bir araştırmanın sonucunda 6 adet gıda boyasıyla çocuklardaki hiperaktivite arasında bağlantının ortaya çıkarılmasından sonra, Avrupa çapında bu suni boyaların yasaklanması isteniyor.

Gıda boyalarının kullanımının tamamen yasaklanabilmesi için AB’nin karar alması gerekiyor. İngiliz Gıda Güvenliği Ajansı da bu suretle, İngiliz bakanlardan gelecek yıla kadar bu boyaları gönüllü olarak satıştan kaldırmalarını istedi.

İngiltere’de geçen yıl yapılan araştırmada, katkı maddesi kullanılan içecek tüketen çocukların konsantrasyonlarını kaybettiği ve hiperaktiviteye yol açtığı rapor edilmişti.

Araştırmanın yapıldığı dönemde hiperaktif çocukların ailelerini, renkli ürünlerin tüketiminin olası risklerinden haberdar olmaları yolunda uyaran Gıda Güvenliği Ajansı, bu konuda daha güçlü tavsiyelerde bulunmamakla eleştirilmişti. Ancak ajansın bugün yapılan yönetim kurulu toplantısında başkan Dame Deirdre Hutton, ellerindeki kanıtın, bu boyaların gıdada kullanılmamasının akıllıca olacağını gösterdiğini söyledi.

AB geçen yıl, çocuklarda hiperaktivite seviyesi ile gıdalardaki koruyucu ve katkı maddelerinin tüketimi arasında ilgi kuran İngiliz bilimsel araştırmasını değerlendirme kararı almıştı.

İngiltere’de yapılan ve prestijli tıp dergisi The Lancet’te yayımlanan araştırmada, gıdalara konan koruyucu ve renklendiricilerin çocuklarda hiperaktivite seviyesini yükselttiği belirlenmişti.

Southhampton Üniversitesinde yapılan araştırmada bilim adamları, bir grup çocuğun bir bölümüne gıdalarda bulunan koruyucu ve katkı maddelerinden hazırlanmış bir kokteyl, bir bölümüne de sadece meyve suyu vererek, çocukların davranışlarını gözlemlemişlerdi.

İngiliz Gıda Güvenliği Ajansı yönetiminde yapılan araştırmayı yürüten bilim adamlarına göre, elde edilen sonuçlar, daha önce dikkat toplama bozukluğu olan hiperaktivite rahatsızlığı bulunan çocuklar üzerinde yürütülen çalışmaların sonuçlarını doğruluyor.

Araştırmanın başındaki Profesör Jim Stevenson ve meslektaşları, koruyucu ve katkı maddelerinin 3 ve 8-9 yaşları arasındaki çocukların hiperaktif davranışları üzerinde olumsuz etkisi bulunduğunu saptadıklarını belirterek, “Bulgular, bu maddelerin sadece hiperaktivite rahatsızlığı bulunan çocuklar üzerinde değil, tüm çocukların davranışları üzerinde olumsuz etkileri olabileceğini gösteriyor” şeklinde açıklamada bulunmuştu.

3 yaşında 153 ve 8-9 yaşlarında 144 çocuk üzerinde yapılan araştırmada kullanılan katkı ve koruyucu maddeli kokteyller, sodyum benzoat (AB normlarına uygun E221) ve E110, E122, E102, E124, E104 ve E129 gibi çeşitli renklendiriciler içeriyordu.

Çocuklarda hiperaktivite, konsantrasyon eksikliği ve özellikle okumada öğrenme zorluğuyla ortaya çıkıyor.

ABD’de 25 yılda hiperaktivite rahatsızlığı bulunan çocuk sayısı üçe katlanarak 2001-2002 yıllarında 2,84 milyona ulaşırken, Fransa’da da son verilere göre her 400 çocuktan biri hiperaktivite ilacı Ritaline alıyor.

Vitamin hapları erken ölüm riskini artırabilir



A, C ve E vitaminleri sağlığa yarar sağlamadığı gibi erken ölüm riskini artırabiliyor. Uzmanlar, vitamin alınırken dengeli beslenmeye de özen gösterilmesi gerektiğini hatırlatıyor.

İngiliz Daily Mail gazetesinin internet sitesindeki habere göre, uluslararası alanda saygın bir grup bilim adamı, 230 bin kişiyi kapsayan 67 araştırmayı inceleyerek antioksidan A, C ve E vitaminlerini almanın “sağlığa katkıda bulunduğu yönünde ikna edici hiçbir delil bulunmadığı” sonucuna vardılar.

Beta karoten, A, C ve E vitaminleri ile selenyum kullanımı üzerinde yapılan derinlemesine analizde, vitaminlerin ömrü uzatmadığı gibi ölüm oranını artırabileceği belirlendi.

Ölüm oranını A vitamininin yüzde 16, havuç, domates ve brokolide bulunan bir pigment olan ve vücudun A vitaminine dönüştürdüğü beta karotenin yüzde 7 ve E vitamininin yüzde 4 artırabileceği belirtilirken, C vitamininin önemli zararlı etkisinin saptanmadığı kaydedildi.

Araştırmadan, “antioksidanları kullanan sağlıklı insanlarda bazı hastalıkların önlendiği veya hasta insanların bunları kullanarak daha iyi oldukları yönünde kanıt olmadığı” sonucu çıktı.

Selenyum ve C vitaminiyle ilgili daha fazla araştırmaya ihtiyaç olduğu ifade edildi.

Antioksidanlar, metabolizmanın normal çalışması sırasında vücut tarafından üretilen moleküller olan serbest radikallere karşı koruma unsuru oluşturuyor. Serbest radikaller hastalık, yaşlılık veya zehirli maddelere maruz kalma sonucunda kontrolsüz bir şekilde artarsa vücuda zarar verebiliyor.

C vitamini gibi antioksidanların, serbest radikalleri etkisiz hale getirerek sağlığa yarar sağlayacağı düşünüldüğü için birçok insan bunları “sağlık sigortası” gibi görüyordu.

Daha önce yapılan araştırmalardan, vücutta antioksidan seviyesinin artmasının hayatı uzatabileceği sonucu alınmıştı. Bazı araştırmalarsa bunların yararı veya zararı bulunmadığını, hatta zararlı etkisinin olabileceğini göstermişti.

Bununla birlikte, bu son araştırmada antioksidanların neden sağlığa zararlı olabildiği yönünde biyolojik bir açıklama getirilmezken, örneğin beta karotenin vücudun yağları kullanımına müdahale edebildiği belirlendi.

Araştırma, sağlık alanında yapılan çalışmaları değerlendiren uluslararası bir kuruluş olan Cochrane Collaboration tarafından yayınlandı.

Yüksek enerjili beslenen kadınların oğlu oluyor



Enerji bakımından zengin besinler alan kadınların erkek çocuk doğurma olasılığı daha yüksek olabilir...

İngiltere’deki Exeter Üniversitesinden Fiona Mathews ve ekibi, annenin beslenme şekli ve bebeğin cinsiyeti arasındaki ilişkiyi araştırdı.

740 hamilenin, gebelikten önce ve gebelik sırasındaki beslenme alışkanlıklarını inceleyen bilim adamları, ilk çocuğuna gebe kalan ve bebeğin cinsiyetini bilmeyen bu kadınları hamile kalırken, kalori desteklerine göre 3 gruba ayırdı.

Enerji desteğini en fazla alan kadınların yüzde 56’sının erkek, en az alanların yüzde 45’ininse kız bebek dünyaya getirdiği görüldü.

Araştırmada, kahvaltıda tahıl tüketimi, potasyum, kalsiyum, C, E ve B12 vitaminleri bakımından daha zengin ve daha çeşitli besin tüketimi ve erkek çocuk doğurma arasında güçlü bir ilişkinin olabileceği de ortaya çıktı.

Mahthews, “bu çalışmaların, genç kadınların az kalorili beslenme tarzını tercih ettiği gelişmiş ülkelerde neden erkek oranının azaldığını açıklamaya yardımcı olabileceğini” söyledi.

Son 40 yılda sanayi ülkelerinde erkek bebek sayısının az da olsa azaldığı gözleniyor. Bu düşüş, tüketim ürünlerindeki kimyasal maddelere bağlanıyor. Bununla birlikte araştırmacılar, gelişmiş ülkelerdeki genç kadınların değişen beslenme alışkanlıklarının da bu düşüşü açıklayabileceğini belirtti.

Kahvaltı alışkanlığının gelişmiş ülkelerde neredeyse ortadan kalktığını söyleyen araştırmacılar, ABD’de kahvaltı yapan erişkinlerin oranının, 1965’te yüzde 86 iken 1991’de yüzde 75’e düştüğünü vurguladı.

Araştırmacılar, kahvaltıyı atlamanın normal gece açlığı süresinin uzamasına, bu nedenle glikoz seviyesinin düşmesine neden olabileceği görüşünü savunuyor. Daha önce laboratuvarda yapılan araştırmalar, glikozun erkek bebek dünyaya getirme olasılığını artırabileceğini göstermişti.

Araştırma, “Proceeding of the Royal Society” dergisinde yayımlandı.

Çimlenmiş patates, zehirliyebilir



Çimlenmiş patatesteki “solanin” adlı toksik madde gıda zehirlenmelerine neden olabiliyor. Bu durum ise baş dönmesi, baş ağrısı, bulantı, kusma, karın ağrısı ile ishal gibi belirtilerle kendini gösteriyor...

Erciyes Üniversitesi Öğretim Üyesi Diyetisyen Doç. Dr. Nurten Budak, havaların ısındığı bu günlerde, kış aylarında stoklanan patates ve soğanların, uygun nem ve ışık bulunca çimlenmeye başladıklarını belirtti.

Patateste çimlenmeyle ortaya çıkan yeşilimsi tabakanın insan sağlığı için son derece zararlı olduğunu bildiren Budak, şu bilgileri verdi:
“Bu yeşillenmeyle birlikte ‘Solanin’ adı verilen toksin madde ortaya çıkarır. Solanin içeren patatesin tüketilmesi de besin zehirlenmesine neden olur. Solanin adlı toksininin neden olduğu besin zehirlenmesi, patates tüketiminden birkaç saat sonra kendisini göstermeye başlar. Bu durumda baş dönmesi, baş ağrısı, bulantı, kusma, karın ağrısı ile ishal gibi belirtiler görülebilir. Zehirlenen kişi en yakın sağlık kuruluşuna götürülmeli.”

Patatesin, hangi ortamda saklanırsa saklansın, çok uzun süre bekletildiği zaman yapısı gereği çimlendiğine dikkati çeken Doç. Dr. Budak, özellikle havaların ısındığı bu mevsimde, patates için uygun saklama ortamları bulmanın zorlaştığını kaydetti.

SOĞUK, NEMSİZ VE IŞIKSIZ ORTAMDA SAKLANMALI
Çimlenmenin neden olduğu sorunların önlenmesi için patatesin saklama süresinin kısa tutulması gerektiğini vurgulayan Budak, “Patates ne kadar soğuk, nemsiz ve ışıksız ortamda kalırsa o kadar süre çimlenmeden kalabilir, ancak yapısı gereği bir süre sonra çimlenmeye başlar. Şartlar ne olursa olsun patates bahar aylarında çimlenmeye başlar. Herşeye rağmen çimlenen patates tüketilecekse, patatesin mutlaka çimlenen bölümleri ve yeşilimsi tabaka iyice kesilmeli, soyulan patatesten dikkatlice ayrılmalıdır” diye konuştu.

Bilgisayar başında çalışanların hastalığı



“Karpal Tünel Sendromu” (elde sinir sıkışması), eskiden ev kadınlarında görülüyordu, şimdi ise bilgisayar kullanıcılarının hastalığı oldu. Nöroşirürji Uzmanı Doç. Dr. Başar Atalay, bu hastalığa yakalananların sayısının hızla arttığını söylüyor.

El bileğinin bir hastalığı olan Karpal Tünel Sendromu, eldeki sinirin sıkışması ile ortaya çıkıyor. Yeditepe Üniversitesi Hastanesi Nöroşirürji Uzmanı Doç. Dr. Başar Atalay, bu hastalığın özellikle kadınlarda çok sık görüldüğünü belirterek ”Karpal Tünel Sendromu, İngiltere’den literatüre çamaşırcı kadın hastalığı olarak girmiş bir hastalıktır. Eskiden devamlı ev işi yapan kadınlarda çok görülüyordu ama günümüz toplumunda elini çok fazla kullanan kişilerde örneğin bankacı hastalarımızda, müzisyenlerde sık rastlıyoruz” dedi.

Doç. Dr. Atalay, bu hastalığın belirtilerini ise şöyle sıralıyor: “Avuç içinde bir uyuşma ve ağrı oluşuyor. Bu uyuşma ile ağrı bazen uykudan uyandıracak kadar rahatsız ediyor. Bu kişiler genellikle uyuşma nedeniyle ellerini sallarlar. İlerlediği durumlarda hayat kalitesini bozan bir hastalıktır.”

Ödem nedeniyle de bu hastalığın oluştuğuna dikkat çeken Doç. Dr. Atalay, guatr ve şeker hastaları ile yumuşak doku rahatsızlığı olanlarda, böbrek yetmezliği hastalarında, romatizmal hastalıklarda da bu hastalığa rastlandığını belirtiyor.

ADALE ERİMESİNE DİKKAT!
Karpal Tünel Sendromu’nun hafif, orta ve ağır olmak üzere üç seviyede ortaya çıktığını söyleyen Doç. Dr. Başar Atalay, hastalığın tedavisini de şöyle anlatıyor:
“Hafif düzeydeyse istirahatle düzelebiliyor ama orta ve ağır vakalarda uzun süre içinde düzelmeyecek kadar sinir baskısı ortaya çıkabiliyor. EMG (sinir iletim testi) testi ile sinirlerin iletim durumuna bakıyoruz. Elimizde pozitif bir kanıt olması lazım. Sinir iletisi belirli değerlerin altında ise o zaman ameliyat yapılması uygun olur. Kasta erime olabiliyor. O zaman da bir takım ince hareketleri yapmak engellenmiş oluyor. Böyle durumda elde küçük bir kesi açarak oradaki bağ dokusunu sinirin geçtiği yerden gevşetiyoruz. Bunu lokal anestezi ile yapıyoruz. Hasta, hastanede yatmıyor. Bir gün sonra pansuman yapıyoruz. Ortalama bir hafta sonra normal olarak ellerini kullanabiliyorlar. Ağır ev işi yapmak ve valiz taşımak gibi eli zorlayıcı işler yapmamak gerekiyor. Bilgisayar kullananlar için de eli dayamak için kullanılan destek yastıkçıları öneriyoruz.”

Saç Dökülmesi



Saçlar hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

Her bir saçın yaşam döngüsü vardır. Bunlar yaklaşık olarak üç yıl ya da daha fazla süren aktif dönem, hemen bunu izleyen ve birkaç gün süren geçiş dönemi ve ardından da üç ay kadar devam eden dinlenme dönemidir. Saçlar günde yaklaşık olarak 1/3 mm uzar. Fizyolojik olarak bir gün içinde ortalama 100 kadar saç dökülmesi söz konusudur.

Saç dökülmesini tanımlar mısınız?

Saç dökülmesine tıp dilinde alopesi adı verilir. Saçların insan yaşamı için yaşamsal önemi yoktur ancak çok önemli psikolojik işlevleri bulunur. Özellikle kadınlarda büyük stres yaratabilir.

Saç dökülmesine yol açan etmenler nelerdir?

Saç dökülmeleri nedbesiz (skarsız) veya nedbeli (skarlı) olabilir.

Skarsız olan alopesilerin en sık görülen nedeni androgenetik alopesi lerdir. Saçlarda incelmeyle başlayan hastalık erkeklerde daha şiddetli seyreder. Zemininde ırsi bir yatkınlığın olduğu düşünülmektedir. Tedavisinde bazı hormonal ilaçlar kullanılır. Halk arasında yanlış olarak saçkıran adıyla bilinen önemli bir skarsız alopesi nedeni de alopesi areata dır. Bu hastalığın en sık görülen şeklinde saçlı deride odaklar halinde saç dökülmeleri vardır. Vücudun savunma sistemlerindeki yetersizlik sonucunda bazı enfeksiyon odaklarının tetiklemesiyle ortaya çıktığı düşünülmektedir. Kendiliğinden de düzelebilen hastalığın şiddetli şekillerinde kortizonlu ilaçlar ve ışık (PUVA) tedavisi kullanılabilir. Bu hastalıklar haricinde Telogen effuvium denilen aktif dönemdeki saçların bir anda ve çok sayıda dinlenme dönemine geçmesi ile gelişen bir tablo vardır. Burada yaygın bir saç dökülmesi olur. Saçlar 3-4 ay içinde incelir ve seyrekleşir. Yenidoğan döneminde ve doğum sonrasında fizyolojik olarak görülebilir. Bundan başka siddetli enfeksiyon hastalıkları, ağır seyirli müzmin hastalıklar, büyük cerrahi girişimler, tiroid bezinin az çalışması, sara hastalığı için kullanılan ilaçlar, hormonlar ve ağır metaller böylesi bir tabloya neden olabilir. Tedavisinde bu tabloya yol açan etmenlerin ortadan kaldırılması esastır. Bunlardan başka demir, protein, çinko eksiklikleri, radyasyon tedavisi, frengi hastalığı ve mantar hastalıkları skarsız saç dökülmelerine yol açabilmektedir. Özellikle kadınlarda saçların arkada topuz yapılması veya güneş gözlüklerinin sürekli olarak bir saç tutacağı gibi kafada tutulmasının da gerginlik tipi alopesiye neden olabileceği unutulmamalıdır.

Skarlı alopesilerde ise saç kökü tahrip olduğundan skarsız alopesilerdeki gibi saçların yeniden gelme olasılığı söz konusu değildir. Şiddetli yaygın kimyasal veya termal yanıklar, deri kanserleri, ışın tedavileri, bazı şiddetli mantar enfeksiyonları ile bazı ciddi dermatolojik hastalıklar sonucunda görülebilirler.

Sonuç olarak ne söylenebilir?

Saç dökülmesi hangi nedene bağlı olursa olsun eğer bir kişi böyle bir durumdan yakınıyor ise hiç paniğe kapılmadan bir Deri Hastalıkları (Dermatoloji=Cildiye) uzmanına başvurmalıdır. Bazen çözümün çok basit olabileceği unutulmamalıdır.

Yaz Sıcakları ve Gebelik



Gebelik !
Kutsal, gururlu ve zor !!! Hele de yaz sıcaklarında...

Anne adayının her yönüyle kendisine daha çok dikkat etmesini gerektiren bir dönemdir gebelik. Sağlıklı bir bebek sahibi olabilmek ve rahat bir gebelik geçirebilmek her annenin ve babanın arzusudur. Bu sadece yaşadığımız topluma sağlanacak bir katkı değil, aynı zamanda tüm evrene de bir kazanç olarak kaydedilecek bir uğraşıdır.

Çevresel faktörler özellikle gebelik döneminde kadınları diğer zamanlara göre daha fazla etkiler. Sadece kadınları mı ? Bütün evi etkiler, Toplumun olduğu gibi ailenin de temel direği olan kadını etkileyen her şey hepimizi etkiler.
Özellikle yazın sıcak aylarında gebeliğin getirdiği yük biraz daha ağırlaşır. Bu dönemde anne beslenmesine, giyimine, temizliğine daha çok dikkat etmelidir. Çünkü sıcak ek bir yük olarak gebeliğe eklenir.

Yeryüzüne ulaşan güneş - ya da ultraviyole - ışınlarının insan ve insan derisi için pek çok faydasının yanısıra gözardı edilemeyecek zararları da vardır. Yaşamın diğer dönemlerinde olduğu gibi gebelik döneminde de güneşten bilinçli şekilde yararlanılmalıdır. Tüm biyolojik olayların başlaması ve sürdürülmesi, kemik yapımına yardım eden vitamin D’ nin üretimi, hastalık yapan mikropların yok edilmesi ve insan psikolojisine olumlu etkileri ile güneş ışınlarının yaşamsal gerekliliği tartışılamaz. Ancak bu ışınların güneş yanığı, deri kanseri oluşumu, çeşitli alerjik reaksiyonlar ve erken deri yaşlanmasına yol açtığı, hele de ten rengi açık olan insanlarda bilinen gerçeklerdir. Bu nedenle gebelerin, özellikle 11.00-15.00 saatleri arasında güneş ışınları daha dik ve etkili geleceğinden, gün ortası saatlerde dışarı çıkmamalarında fayda vardır. Geniş kenarlı şapkalar, güneş ışınlarını yansıtan açık renkli giysiler ve sağlıklı güneş gözlüklerinin kullanılması yararlı olur. Yaz aylarında herkesin ve özellikle yüksek risk grubunda olan gebelerin, bilinen güneşin zararlı ışınlarının köyü etkilerini azaltan koruyucu kremleri kullanmak gebeliğe zarar vermez, aksine koruyucu etkileri gebeyi rahatlatacaktır. Bu arada bu çok faktörlü kremlerin çocuk, hatta bebeklerde de kullanılması yararlı olacaktır. Yazın özellikle güneş ışınlarından yararlanmak için, ışınların dik gelmediği, şiddetinin daha az olduğu sabah ve öğleden sonra güneşlenmek, gebelik döneminde daha çok tercih edilmelidir.

Güneş sadece ışınları ile değil, ısısıyla da dünyamıza yarar sağlamaktadır. Ancak bu her zaman herkese uygun olmaz, örneğin gebelikte zaten az da olsa yükselmiş vücut ısısı nedeniyle yaz sıcakları gebeliği yorucu hatta bazen riskli kılar. Sıcaklık artışları kan basıncının da artmasına neden olabilir, yada buna eğilim varsa ortaya çıkarabilir. Bu nedenle gebelerin günün sıcak saatlerinde korunmasız olarak dolaşmaları, kan basıncında artışlara ve bunun neden olabileceği istenmeyen hastalıklara yol açabilir. Bu nedenle yazın ter emici, rahat, hafif, kolay değiştirilebilir ve yıkanabilir giysilerin tercih edilmesi gerekir.

Aşırı sıcaklarda gebelerin dikkat etmesi gereken bir diğer önemli konuda besin zehirlenmeleridir. Özellikle yaz aylarında yiyecekler hızla bozularak, toksin ve bakteri oluşumuna neden olurlar. Açık yerlerde satılan ve temiz izlenimi vermeyen gıdaların tüketilmemesi oluşabilecek hastalıkların önlenmesinde önemli yer tutar.
Gebeliğin ilerleyen dönemlerinde sık sık, ancak azar azar yemek yemek yararlıdır. Bu yemek düzeni yazın daha da önem kazanır. Böylece gebeliğe bağlı olarak büyüyen rahimin basınç etkisi azaltılacak, mide yanması gibi yakınmalar olmayacak ve zaten ileri gebelik dönemlerinde zorlaşan nefes alıp verme bir kat daha zorlaşmayacaktır.
Yaz aylarında bol miktarda sıvı gıdalar tüketilmeli, terlemeyle vücuddan eksilen tuz ve su muhakkak alınmalıdır. Teleme ile kaybedilen tuz ve mineraller, dengeli bir şekilde daha çok taze meyveler ile karşılanmalıdır. Gebelikte süt ve süt ürünlerinin tüketilmesi yararlıdır, gerek protein ve gerekse mineraller özellikle kalsiyum bu yolla sağlanabilir. Yağlı gıdalardan kaçınmak hele de yaz sıcaklarında kaçınmak gerekir. Terleme ile kaybedilen sıvının yerine konması anne adayı ve bebek için çok önemlidir. Günde en az 2,5 litre sıvı alınması gereklidir yazları. Ancak daha çok su tüketmenin yararları daha fazladır. Taze meyve suları kolalı ve kutu meyva sularına tercih edilmelidir. Bilindiği gibi çoğu kutu meyve sularında çabuk bozulmalarını önlemek amacıyla konulan özellikle anne karnında gekişmekte olan bebeğe zararlı kimyasal maddeler vardır, bu nedenle tüketilmeleri sakıncalı olur.

Alkol ve sigara kullanmanın ne sağlıkla nede gebelikle bağdaşmadığını bir kez daha hatırlatmakta yarar var ! !

Sıcakta terlemeyle birlikte deride birçok bölge nemli kalacağı için mantar enfeksiyonlarına yaz aylarında daha rastlanır. Bu nedenle özellikle vücudun kıvrımlı bölgeleri kuru tutulmaya çalışılmalı ve sık sık ılık duşlar yapılmalıdır. Özellikle vajinal enfeksiyonlar erken doğuma yol açabileceği için vajinal akıntılarda veya idrar yolları iltihabını düşündürecek bulgular – idrar ederken yanma, koyu ve kokulu idrar etme, sık sık idrara çıkarma gibi – varlığında hemen hekime başvurulmalıdır.

Hastalıklar ortaya çıkmadan önlenmesi her zaman daha kolay ve daha az yorucudur. Çok küçük noktalara dikkat edilerek ileri de oluşabilecek sorunlar engellenebilir.
Sağlıklı ve mutlu gebelikler.......

Bitkilerle Tedavi (Fitoterapi)



Bitkileri kullanarak hastaları tedavi etmek yaklaşımı şeklinde açıklanabilen “fitoterapi” teriminin ilk kez, 1870-1953 yılları arasında yaşamış Fransız hekimi Henri Leclerc tarafından La Presse Medical adlı dergide kullanıldığı iddia edilmiştir. Oysa, bu tarihten çok önceleri, her ne ad altında olursa olsun, bitkilerin sağlığı korumak veya geri kazanmak için tarihin her döneminde, her toplum tarafından kullanıldığını görmekteyiz.

Bu konuda ilk yazılı belge olan M.Ö.3000 yıllarına ait Ninova Tabletleri, Mezapotamya' da kurulan Sümer, Akat, Asur medeniyetlerinde bitkisel ve hayvansal ilaçlarla tedavilerin mevcut olduğunu kanıtlamaktadır. M.Ö. 2500 yıllarında Çin Tıbbıyla paralel bir gelişme içinde olan Hint Tıbbının önemli temsilcilerinden, günümüzde halen geçerliliğini sürdüren bir tıp akımına (Ayurveda Tıbbı) isim veren, Rig Veda, eserlerinde 1000'e yakın şifalı bitkiden bahsetmiştir. M.Ö. 1500 yıllarına ait Eber Papiruslarında Mısırdaki bitkisel tedaviler ve mumyalama teknikleri anlatılmış, o günlerde yaygın olan amipli dizanteriye (kanlı ishal) karşı koruyucu olduğuna inanılan soğan ve sarımsağın, günlük yemeklerinde yeterli miktarda olmaması nedeniyle piramit inşasında görev alan işçilerin çalışmayı reddettiklerinden bahsedilmiştir. Yunan Tıbbının önemli isimlerinden Eskulap ve modern tıbbın temeli olarak kabul edilen Hipokrat kitaplarında 400'e yakın bitkisel ilacı anlatmıştır. Bizans döneminde Diascorides 'İlaçlar Bilgisi' adlı kitabı yazmış, bu kitapta Anadolu ve Doğu Ülkelerinin tıbbi bitkileri hakkında bilgilere yer vermiştir. İslam Uygarlığı döneminde, 200'e yakın şifalı bitkiden bahseden, bir kopyası Orhan Gazi Kütüphanesinde bulunan Kitab-al Saydalafi al Tıp adlı kitabın yazarı Ebu Reyhan, 1650' li yıllara kadar referans kitap olarak kabul edilen 800 hayvansal ve bitkisel tedaviden bahseden 'Tıp Kanunu' adlı eseri yazan İbn-i Sina (Avicenna) ve Al Gafini bitkisel tıp konusunda önemli eserlere imza atmışlardır. 16. yüzyıldan sonra Avrupa'da John Gerard, John Parkinson ve Nicholas Culpeper gibi hekimler/eczacılar da bitkilerle tedaviler üstünde çalışmışlardır.

Aynı dönemde (günümüzde hala bazı kesimlerde destek bulan) The Doctrine of Signature (işaret doktirini) teorisi ortaya atılmıştır . Bu teoriye göre bitkinin şekli ve rengi, tıbbi etkilere işaret etmekteydi. Örneğin kalbe benzeyen bir bitki kalp hastalıklarında, kırmızı renkli bir diğeri kan hastalıklarında kullanılmaktaydı.

19-20 yüzyıllarda kimya ve biyokimya bilimlerindeki gelişmeler ilaç sanayisine büyük bir ivme kazandırmış, bu sayede etkinlik, zararsızlık ve kalite prensipleri benimsenerek analitik, toksikolojik, farmakolojik ve klinik çalışmalar sonucu, laboratuarlarda tıbbın ihtiyaçlarına cevap veren pek çok ilaç geliştirilmiştir. Yine de, özellikle geçtiğimiz yüzyılda üretilebilen ilaçların birçoğu ancak bitkisel kökenli olabilmiştir. Örneğin söğüt kabuğundan üretilen asprin, yüksükotundan elde edilen digoksin, kınakına bitkisinden çıkarılan kinin, haşhaştan elde edilen morfin gibi. Günümüzde ise mevcut ilaçların 1/4' i bitkisel kökenlidir ve bunların bir çoğunda bitkiden elde edilmek istenen etken madde, laboratuar ortamında kopya edilmektedir.

Son yıllarda sentetik ilaçlarla meydana gelebilen ciddi yan etkilerin yol açtığı medikal ve ekonomik sorunlar, “yaratıcıları” arasında uluslar arası ilaç sanayiinin de yer aldığı, endüstrileşmiş ülkelerdeki çevre kirliliğinin güçlendirdiği ekolojik yaklaşımlar ve hareketler, küratif tedavileri henüz mümkün olmayan bir çok kronik hastalığın oluşturduğu tehdit ve doğallığın her zaman etkili ve yan etkiden arınmış olduğu düşüncesi gibi bir çok faktöre bağlı olarak bitkisel tedavi tekrar popüler hale gelmiştir. 1997 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde bitkisel ilaçların satışının bir önceki yıla göre %59 'luk bir artış göstermiş olması , hastaların %3-5’lik bir bölümünün temel tedavi olarak sadece bitkisel tedavi alıyor olması, bu tedaviler için yalnız Amerika’da yılda 3,24 milyar dolar, İngiltere'de 40 milyon sterlin harcanması, Dünya Sağlık Örgütü’nün insanların %80'inin doğal tedaviye inandığını açıklaması bu popülaritenin iyi bir göstergesidir. Halen bitkisel ilaçlara gönül veren bir çok hasta bitkisel ilacını, aktardan aldığı bitkiden veya bitki parçalarından kendi mutfağında hazırlar ve genelde doktora veya diğer bir uzmana danışmadan kullanır. Diğer yandan, sentetik ilaç üretimi kalitesinde ve standartlar temelinde bitkisel ilaç üreten firmaların sayısı da giderek artmaktadır.
Herbalistler (bitkisel tedavi uzmanları) bitki tedavisinde, sadece etken maddenin izole edilip verilmesini amaçlayan tedavinin aksine, maksimum etkinin bir bütünsellik içinde ortaya çıktığını, bitkinin tüm bileşenlerinin olumlu etki üzerinde bir payı olduğunu savunurlar. Onlara göre saflaştırılmamış bitkinin kullanımı, bitkiyi oluşturan maddelerin birbirini nötralize etmesi sebebiyle yan etki olasılığını azaltmaktadır.

Ancak, unutulmamalıdır ki, doğal olan her zaman güvenli olan demek değildir. Pek çok bitki yüksek derecede toksiktir ve diğer komplemanter tedavi yöntemleri içinde fitoterapi yan etki ve toksisite yönünden çok daha fazla risk taşır. Yapılan bir araştırmada, Kuzey Amerika’da bitkilerden zehirlenenlerin sayısının hayvanlar tarafından yaralananlardan daha çok olduğu ortaya konmuştur. Literatürde ise kullanılan şifalı bitkilerin bir kısmının hepatotoksik (karaciğere toksik) olduğunu kanıtlayan çeşitli çalışmalar ve zaman zaman ölümcül olduğunu gösteren vaka sunumları bulmak mümkündür. Bu tür bir tedavinin direkt toksik etkisinden başka, hastanın kullandığı diğer konvensiyonel ilaçlarla tehlikeli boyutlarda etkileştiği bilinmektedir. Tabloda bu etkileşimlerden en iyi bilinenler gösterilmiştir.

Çeşitli kuruluşlar bu denli toksik olabilen ve bir o kadar da rağbet gören şifalı bitkilere belli standartlar getirmeye ve fitoterapiyi bir “ototerapi” (kendi kendine tedavi) olma şeklinden çıkarmaya çalışmışlardır. Bu tür girişimlerin en çok yapıldığı ülke İngiltere’dir. Exeter Üniversitesi ve Ulusal Medikal Herbalist Enstitüsü, uygulayıcılar tarafından bildirilen yan etkilerin kaydedildiği bir veri bankası olan ‘yeşil kart’ sistemini oluşturmak için çaba sarfetmektedir. Yine aynı enstitü ve diğer bazı merkezler patoloji, biyokimya, farmakoloji, farmakognozi, fizyoloji, botanik, beslenme, klinik tanı ve diğer komplemanter tedavi yöntemlerini kapsayan 4 senelik bir kurs düzenlemekte ve mezunlarına tüm ülkede geçerli herbalist diploması vermektedir. Benzer çalışmalar Amerika ve diğer bazı Avrupa ülkelerinde de yapılmaktadır.
Peki bu kadar çabanın amacı nedir? Amerika'da Ulusal Kanser Enstitüsü tarafından, kanserde etkili tedaviyi bulmak için yapılan araştırmalarda son 10 yılda incelenen 53.000 maddenin 37.500' ünün bitki (36.000 tanesi kara, 1500 tanesi deniz bitkisi) olması, 1983-1993 yılları arasında tanımlanan ilaçların %40' nın bitkilerden köken alması ve bunların Amerika'da reçete edilen ilaçların %50' sini oluşturması, Almanya'da 7. en çok satan reçeteli ilacın lisanslı Hypericum Perforatum (Sarı Kantaron) preparatı olması tıp çevrelerinin, her ne kadar fitoterapiyi alternatif tıp metotları içinde kabul etseler de, bitkisel 'şifaya' inandıklarını göstermektedir.

Sonuçta, bir tarafta tüm temellerini bilimselliğe oturtmuş günümüz tıbbı, diğer tarafta bilimsellikten/kaliteden uzak kaynaklara dayanılarak, uzman kontrolü olmadan başlanan, standartları belirlenmemiş ilaçlarla yapılan tedavileri bünyesinde bulunduran fitoterapi. Bu manzarada, ikisi arasında çizilmiş hassas sınırı da yadırgamamak gerekir.

Son yıllarda bu durumu değiştirmek için, uluslararası kabul görmüş dergilerde de yayınlanan, bitkilerin etkinliğini kesin olarak ortaya koyan bazı bilimsel çalışmalar yapılmıştır:

Bu çalışmalara rağmen fitoterapi hala güvenliği ve etkinliği tam olarak kanıtlanamamış bir tedavi yöntemidir. Bu yüzden bir bitkisel ilacı reçete ederken veya insanları bu konuda bilgilendirirken basit ancak önemli birkaç kuralı unutmamak gerekir :


Bitkisel tedaviyi ciddi hastalıklarda kullanmayın
Gebeyseniz veya gebe kalmayı düşünüyorsanız bitkilerden uzak durun
Bebek emziriyorsanız bitkisel ilaç almayın
Bebeğinize bu tür ilaçları kesinlikle vermeyin
Alkol alıyorsanız veya geçirilmiş bir sarılık öykünüz varsa,doktorunuza danışmadan bitkisel tedavilere yaklaşmayın
Bitkileri güvenilir yerlerden alın
Etiketsiz veya etiketinde içerdiği maddeler belirtilmemiş bitki paketleri almayın
Etiketinde ne yazarsa yazsın doğruluğuna %100 inanmayın: Paket listelenmemiş yabancı maddeler içerebilir ve belirtilen maddelerin konsantrasyonları farklılık gösterebilir.
Hiçbir preparatı uzun süre, düzenli bir şekilde kullanmayın
Başka bir ilaç kullanıyorsanız doktora başvurmadan bitkisel ilaca başlamayın

Sonuç olarak bitkiler bahçemizi süsler, soframıza renk, hayatımıza ilginçlik ve estetik bir tat katar, kimisi iyi bilinir, kimisi ekzotiktir. Bir kısmı terapötik olabilir ama hepsinin toksik olma riski vardır.

Hazırlayanlar :Dr. Kerem Gün, İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Tıbbi Ekoloji ve Hidroklimatoloji Anabilim Dalı
Prof. Dr. M. Zeki Karagülle, İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Tıbbi Ekoloji ve Hidroklimatoloji Anabilim Dalı Başkanı

Kanserde erken tanı mümkün?



İSMEK, her yıl Nisan ayının ilk haftası düzenlenen “kanser haftası” etkinlikleri kapsamında"Kanserde Erken Tanı" başlıklı bir seminer gerçekleştirdi.

İSMEK, her yıl Nisan ayının ilk haftası düzenlenen “kanser haftası” etkinlikleri kapsamında 9 Nisan Çarşamba günü Bakırköy Cem Karaca Kültür Merkezi'nde "Kanserde Erken Tanı" başlıklı bir seminer gerçekleştirdi. Seminerin ikinci ayağı, 10 Nisan Perşembe günü Maltepe Belediyesi Kültür Merkezi’nde düzenlendi. Dr. Fulya Ağaoğlu, kanserde erken tanının, meme kanseri, rahim ağzı kanseri, prostat kanseri, akciğer kanseri gibi kanser türlerinde mümkün olduğunu ifade etti.

İSMEK, 2007–2008 eğitim döneminin ikinci yarıyılında "Kanserde Erken Tanı" başlıklı halk seminerleri ile İstanbul’lularla buluştu. 9 Nisan 2008 tarihinde Bakırköy Cem Karaca Kültür Merkezi'nde Dr.Yavuz Dindar’ın verdiği "Kanserde Erken Tanı" konulu seminer, 10 Nisan 2008 tarihinde saat 10:00'da Maltepe Belediyesi Kültür Merkezi'nde tekrarlandı. Doç.Dr. Yeşim Eralp ve Dr. Fulya Ağaoğlu konuşmacı olarak katıldığı ikinci "Kanserde Erken Tanı" seminerine halkımızın ilgisi yoğun oldu. Açılışını İstanbul Büyükşehir Belediyesi Eğitim Müdürü Mehmet Doğan’ın yaptığı seminere çok sayıda vatandaş katıldı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Eğitim Müdürü Mehmet Doğan yaptığı açılış konuşmasında, İSMEK olarak İstanbul’luları bilgilendirme amaçlı pek çok seminer düzenlediklerini ve bu seminerlerin çok verimli geçtiğini ifade etti. İSMEK seminerlerinden biri olan ve kanser haftası münasebetiyle düzenlenen “Kanserde Erken Tanı” seminerinin önemi üzerinde duran Doğan, kanserin çağımızın illeti olduğunu ve bu hastalıkla savaş için yöntemleri öğrenmek gerektiğinin altını çizdi.

Dr. Fulya Ağaoğlu, kanserin çağımızın en önemli sağlık sorunlarından biri olduğunu belirtti. Kanserin tanı ve tedavisindeki yeniliklere değindiği konuşmasında Ağaoğlu, kanserde erken tanının, meme kanseri, rahim ağzı kanseri, prostat kanseri, akciğer kanseri gibi kanser türlerinde mümkün olduğunu ifade etti.

Kanser oluşumunda en büyük rolü sigaranın oynadığını belirten konuşmacı, akciğer kanserlerinin %85'inin sigaradan kaynaklandığını söyledi. Buna ilaveten, güneş ışınlarındaki zararlı maddelerden uzak kalarak cilt kanserinden korunmanın mümkün olduğunun altını çizen Ağaoğlu, sigara içmeyerek, beslenme alışkanlıklarına ve yaşam tarzına dikkat ederek, düzenli muayeneden geçerek kanserden korunmanın mümkün olduğunu belirtti. Seminerde ayrıca bitkisel kaynaklı besinlerin fazla tüketilmesi, özellikle hayvansal kaynaklı yüksek yağlı gıdaların sınırlandırılması, bitkisel yağların tercih edilmesi, fiziksel olarak aktif olup, egzersiz yapılarak ideal ağırlığın korunması ve alkol tüketiminin sınırlandırılmasının kanserden korunmada etkin rol oynadığını belirtildi.

Anne sütünden sonra en değerli besin



Uzmanlar balığın, anne sütünden sonra en değerli besinin balık olduğunu söyledi.

Uzmanlar balığın, anne sütünden sonra en değerli besin olduğunu söyledi. Doç. Dr. Fatma Arık Çolakoğlu, balık etinin ucuz protein ve enerji kaynağı olduğunu açıkladı.

Balık tüketiminin bitkisel ürünler ve kırmızı et tüketimine oranla geri kaldığını ifade eden Çolakoğlu, ''Oysa ki ülkemizde dengeli ve sağlıklı beslenme açısından elimizdeki besin kaynaklarının niteliklerini acilen öğrenmemiz ve bilinçli şekilde değerlendirmemiz zorunlu hale gelmiştir'' dedi. Dengeli beslenmenin esas ögesinin protein olduğunu belirten Çolakoğlu, şöyle konuştu:

''Balık eti, aminoasitlerin hepsini içermesinden dolayı oldukça değerlidir. Etin içerdiği bağ dokusunun oranı onun hazmedilebilirlik düzeyini belirler. Balık eti, düşük oranda bağ dokusu içermesi nedeniyle sığır etine oranla daha kolay hazmedilir ve vücutta daha kısa sürede kullanıma sunulur. Anne sütü biyolojik değer açısından 100 olarak kabul edilirse takip eden sıralamada 93 ile deniz balığı, 89 ile inek sütü, 87 ile sıcakkanlı hayvanların eti gelmektedir. Balık, anne sütünden sonra en değerli besindir. Normal şartlarda 200 gram tüketilen balık eti, bir insanın günlük protein ihtiyacının yüzde 70'ini karşılamaktadır.''

Vücudunda ben olanlar Dikkat!



Denizli Devlet Hastanesi Cilt Hastalıkları Uzmanı Dr. Fatma Rezzan Er, güneşin, ergenliğin, hamileliğin ve doğum kontrol haplarının benlerde artma ile büyümeye neden olabileceğini bildirdi.

Dr. Rezzan Er, yaşam boyunca vücutta yeni benlerin oluşabildiğini ifade etti. Benlerin en çok ilk 20 yılda ortaya çıktığını ancak 50-60'lı yaşlara kadar devam ettiğini kaydeden Er, "Benler bazen büyüyor, bazen küçülüyor, renk değişimleri yaşanıyor hatta ileri yaşlarda benler kayboluyor. Çoğu zaman bu değişimlerin farkına bile varmıyoruz. Güneşe maruz kalındığında, ergenlikte, gebelik ve doğum kontrol haplarının kullanıldığı dönemlerde benlerde; sayı artması, büyüme, renklerde farklılaşma gibi değişimlerin olabiliyor. Bunlar, korkulmaması gereken fizyolojik değişimlerdir." dedi.

Er, bazı benlerde kötü huylu tümörün (malign melanom) gelişebildiğini de belirterek, "Kötü huylu tümör, yüzde 70 oranında normal deriden kaynaklanırken, yüzde 30 oranında da mevcut benin zaman içinde uğradığı değişiklik sonucu ortaya çıkıyor. Bu noktada, değişimleri önceden fark etmek büyük önem taşıyor. Çok çeşitli klinik görünümleri olabilen benler, zaman içinde ortaya çıkan değişimleri insanları korkutuyor. Bu değişimler fizyolojik olup, insanların kısa zaman diliminde ve hızla oluşan değişiklere karşı dikkatli olmaları gerekiyor." diye konuştu.

60 Saniyede Moral Depolayın!



Yaşamın sorumlulukları ve koşuşturmacası içinde sabahları paldır küldür yataktan fırlayıp kendimize bir merhaba bile demeden strese günaydın dememiz hiç kimsenin suçu değil. Yazar ve kişisel gelişim uzmanı Patricia Muradi "Ne kadar güçlü, kendimizden emin olursak olalım nihayetinde insanız!" diyor ve soruyor "Kendinizi motive etmek için 60 saniyeniz de mi yok?"
"Doğamız gereği de kabul görmeye, beğenilmeye, motive edilmeye ihtiyaç duyarız diyen Patricia Muradi "Büyük ya da küçük, kadın veya erkek hepimiz takdir görmek için yaşar, hatta bunun biz dünyayı terk ettikten sonra da devam etmesi için elimizden geleni yaparız. Bunun da ayıp bir yanı yok" görüşünde. Hayat koşulları çoğumuza ortak problemleri getiriyor.

Panikten Uzak Durun

Sabahları paldır küldür kendimizi yataktan dışarı zor atıp, öz bakımımızı yapıp sürüne sürüne giyindikten sonra bir acele işimize veya günlük koşuşturmalarımıza yetişmeye çalışırız. Hele büyük bir şehirde yaşıyorsak, zamanımızın önemli bir bölümünün yolda geçmesi riski olduğundan kimi zaman panik halde günü yakalamaya çalışıyoruz. Bu arada kendimizi unutuyor, makyaj yapmak ya da tıraş olmak gerekmiyorsa aynaya bile bakmaya gerek görmeyebiliyoruz.

Beyaz Atlı Taktir Prensi

"Aceleniz var, kabul ediyorum zamanınız kısıtlı nihayetinde Mars'ta ikamet etmediğimizden hemen hepimiz zaman ile yarışmanın ne kadar güç, aynı zamanda ne denli yorucu ve yıpratıcı olduğunun bilincindeyiz. Ama kendinizi motive etmek adına harcayacak 60 saniyeniz de mi yok?" diye soruyor Yazar Muradi ve ekliyor "İnsanız ve takdir edilmek isteriz.
Pekala, o gün etrafımızdaki herkes kendi işleriyle meşgulse ve bizi onaylayacak tek bir cümle duymak şansımız yoksa ne olacak? Gün boyunca 'Beyaz atlı takdir prensi'nin bir şekilde bize ulaşıp takdir etmesini mi bekleyeceğiz? Elbette bizim dışımızda kalan insanlardan takdir görmek muhteşem bir motivasyon kaynağıdır. Ancak dilerseniz gelin özellikle sabahları bu işi hiç kimselere bırakmadan kendimiz yaparak, güne güzel bir başlangıçla 'Merhaba' diyelim"

Kendinize Günaydın Deyin

Patricia Muradi, her sabah gözümüzü açtığımızda kendimize günaydın dememizin önemine değiniyor ve "Kendimize ismimizle hitap ederek, örneğin, 'Sevgili Ayşe, günaydın, bugün bol ışıklı ve güzel bir gün olsun senin için' dediğimizde zannederim buna kimsenin bir itirazı olmaz ve pek fazla da zamanımızı almaz. İnsanın kendi kendisine ismi ile seslenmesi başlarda belki biraz komik gelebilir ancak denendiğinde kendimizle iletişime geçtiğimiz ve kendimizi kabul ettiğimiz için mutlak bir fayda sağlayacaktır. Öte yandan kendimize değer verdiğimizde başkalarının ne kadar değerli olduğunu anlamamız daha kolay olacaktır" uyarısını yapıyor.

Şımarmak Hakkınız

Merhaba faslından sonra yine kendimiz için önemli bir konu daha var sırada, kendimizi şımartmak. Acaba bugün canımız güne kahve ile mi başlamak ister, bir bardak bitki çayıyla mı, yoksa şöyle bir koca bardak süt veya çikolata mı? Genellikle süt veya bitki çayları daha sağlıklıdır, bu kesin; ancak karar size ait, konu da kendinizi şımartmak olduğundan tercihinizi siz yapacaksınız. İçeceğimizi de seçtikten sonra bu aşama da bitti. Söz yine Muradi'nin "Satırları okuyan bazı arkadaşların şöyle dediğini duyar gibi oluyorum:
"Ne kahvesi ne sütü, ben dişlerimi fırçalayıp kendimi evden dışarı zor atıyorum!" Vakti kısıtlı olanlara önerim, evlerinde kağıt bardak bulundurmaları. Evden çıkarken yanınıza yarım bardak kahve alıp hem yürüyüp hem de yudumlayalım.”

Kendinizi Beğenin

Muradi'ye kulak verelim yine "Kendinizi bu ufak başarı ile güzel ve değerli bulduğunuzu sesli olarak ifade edin. Hoşunuza giden fiziki özelliğinizi seçerek kendinize bu konuyu vurgulayın. 'Saçların çok parlak' veya 'Bu yeni diş macunu dişlerini daha çok beyazlattı' gibi. Hiçbirimiz dünya güzeli veya kusursuz yakışıklı değiliz. Yola çıktığınızda, ağaçlara, çiçeklere bakmayı da ihmal etmeyin. Kendimize günaydın dememiz, bir içecek ikram edip tercih hakkı tanımamız veya ufak birkaç iltifat sözü söylememiz acaba 60 saniyeden fazla zamanımızı almış mıdır? Almamıştır diye düşünüyorum.”

Aynaya Bakma Zamanı

Pamuk Prenses'in üvey annesi kötü ruhlu cadı bile aynaya bakıp kendisine iltifatlar yağdırarak kendisini motive ediyordu unutmayın! Sadece kendinize bakın. Kendinize iyi olan ve beğendiğiniz bir yönünüz için iltifat edin. Bugünkü iltifat sebebiniz, çocuklarla iyi iletişim kurmanız veya bir önceki gün başardığınıza inandığınız güzel bir iş olabilir.

Çalışan Kadın Yakışıklı Eş İstiyor



Bir zamanlar son derece yaygın olan kadınların zengin erkekleri eş seçtiğine ilişkin yaygın görüş, kadının ekonomik özgürlüğünü kazanmasıyla sarsılmaya başladı. Yapılan araştırmalara göre, ekonomik bağımsızlığını kazanan kadın, eskisi gibi erkekte paraya değil, yakışıklılığa önem veriyor...
İskoçya’da yapılan bir araştırma, geçmişte varolan baskılardan sıyrılan ve artan biçimde ekonomik özgürlüklerine kavuşan kadınların, erkeklerde fiziksel çekime maddi durumdan daha fazla önem vermeye başladıklarını ortaya koydu. Açıklamalara göre, kendi bütçelerini kontrol eden kadınlar, eş ya da sevgili olarak seçecekleri erkekte maddi duruma eskisine göre daha az önem veriyor. Yakışıklılık ise böyle bir durumda erkekte paranın önüne geçiyor..

Peki Ekonomik Durumu İyi Değilse?...

Araştırmayla, ekonomik durumu iyi olmayan kadınların ise hala erkeklerin maddi durumunu çekiciliğe tercih etme eğiliminde olduğunu ve eş seçerken öncelikli olarak maddiyata önem verdiği belirlendi. Söz konusu araştırmanın 1851 kadınla anket yoluyla yapıldıdığı açıklandı.

Çocukluk Çağında Astım Tehlikesi



Astım, halk dilinde kısaca nefes darlığı olarak da bilinir. Bu tanımın dışında, tekrarlayan ya da bir kez başladı mı uzayıp giden öksürük; koşarken, oynarken ve hatta gülerken gelişen öksürük ya da nefes darlığı; veya doğrudan nefes darlığı ve hava açlığının yanı sıra hışıltılı solunum astımın belirtileri arasındadır. Bazen bu bulgular aniden başlayabilir ve nefes darlığı/hışıltılı solunum giderek solunum yetmezliğine ve ölümle sonuçlanabilecek astım krizlerine yol açabilir.

Kalıtımsal Faktörler Ön Planda

VKV Amerikan Hastanesi Allerji/İmmünoloji Bölümü'nden Doç. Dr. Jale Göktan'ın verdiği bilgilere göre, astım çok çeşitli nedenlerle gelişebilir. Ama asıl neden kalıtsal olmasıdır. Kalıtıma katkıda bulunan ikincil faktörler ise çevresel faktörlerdir. Örneğin viruslar, allerjenler, (alerjik olma durumu da kalıtsaldır) hava kirlilikleri, sinüzit ve kimi ilaçlar en sık görülen ikincil faktörlerdir. Bu bağlamda çevre faktörleri, erken çocukluk ve geç çocukluk dönemlerinde kimi farklılıklar gösterebilir. Erken çocukluk devresinde hışıltılı solunum/solunum güçlüğüne neden olan en önemli faktör viral infeksiyonlardır. Viral infeksiyonlar içinde de en sık solunum güçlüğüne RSV-respiratory syncytial virüs – infeksiyonu neden olur. Her viral infeksiyonla nefes darlığı çeken çocuk, daha sonra astımlı olacak diye bir kural yoktur ama ilk 1-2 yılda 2’den fazla hışıltılı solunum/bronşit/bronşiolit/ “zatürree başlangıcı” gibi tanılar konulan bebeklerin çok dikkatle izlenmesi ve allerjik bir altyapılarının olup olmadığı incelenmelidir.

Alerji de Önemli Bir Etken

Çocukluk çağında en sık görülen astım nedenlerinden biri de allerjidir. Allerjik rinit – saman nezlesi – olan çocukların %25’inde astım da gelişir.Ayrıca atopik dermatit- allerjik egzamalı çocukların %70’inde yiyecek allerjisi gözlenmiştir. Özellikle erkek bebeklerde kız bebeklere göre atopit dermetiti olanlarda daha fazladır. Erken çocukluk çağına özgün allerjenler genellikle yiyecek allerjenleri-inek sütü, yumurta-ya da solunum yoluyla alınan-küf, ev tozu akarları, evde yaşayan evcil hayvanlar-allerjenil mileküllerdir.

Yiyecek Alerjileri...

Halk arasında yiyecek allerjilerinin, yalnızca deride döküntü ya da egzama yaptığı sanılmakla birlikte kimi kez burun tıkanıklığı, astım, isal/kusma gibi belirtiler de verebileceği bilinmektedir. Erken çocukluk döneminde hışıltılı bebeklerde ayırıcı tanıda anotomik-doğuştan yapısal-bozuklukların da göz önünde bulundurulması gerekir. Ayrıca tüm yaş gruplarında sistik fibroz tanısı da düşünülebilir. 3-4 yaşından sonra solunum allerjilerine mevsimlerle ilintili olarak polen allerjenleri de katılır ve saman nezlesi ile birlikte astıma da neden olabilir. Bu yaşlarda da soğuk algınlığı virüslerine bağlı olarak bronşit/branşiolit/bronşitik astım gelişebilir.

Astımı Tetikleyen Diğer Unsurlar

Astımı en fazla tetikleyen ve öteki nedenlerle bile gelişmiş olsa dahi astım tedavisini çok güçlendiren bir durum da hava kirliliğidir. Hava kirliliği yalnızca kömür/odun dumanı ya da egzoz gazları olarak düşünülmemelidir. Evlerde içilen sigarının dumanı, yapılan binlerce bilimsel çalışmayla saptandığı üzere astımlıları son derece olumsuz etkilemekle kalmayıp, tek başına astımın gelişmesine neden olabilmektedir. Sigara içilen evlerde yaşayan çocuklarda bronşit/astımın gelişmesinin, içilmeyen evlerdeki çocuklara göre %60 – 70 daha fazla olduğu gösterilmiştir.

Erken Tanı Önemli!

Erken tanı çok önemlidir. Erken tanı ile astımın yerleşmesi ve kemikleşmesi önlenebilir. Modern tıpta çok etkin ilaç tedavileri vardır. Ama çevre faktörlerinin kontrol edilmesi en az ilaç tedavisi kadar, hatta daha fazla önemlidir. Yukarıda sözünü ettiğim hikaye ve bulguları olan çocukların erken tanısı için oldukça kolay uygulanabilen birçok kan, deri ve solunum testleri vardır. Yukarıda sözü edilen şikayetleri olan çocukların bir allerji/ astım uzmanı tarafından incelenmesi ve gerekli önlemlerin mümkün olduğunca erken alınması çok uygun olur.

Hamilelikte Ne Kadar Kilo Almalı?



Hamilelik döneminde önemli olanın çok kilo almak değil, sağlıklı beslenmek ve sağlıklı kilo almak olduğunu söyleyen uzmanlar anne adaylarını uyarıyor. Anne adaylarının hamilelik sırasında aldığı aşırı kilolar doğum sonrasında da peşlerini bırakmıyor. Bu nedenle bu özel dönemde sağlıklı beslenmek ve gerektiği kadar kilo almak çok önemli...
Gebelik ilerledikçe iştah da artıyor ve bu iştah artışı anne adayının ve bebeğin yeterli derecede besin almasını sağlıyor. Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Op. Dr. Gökmen İyigün, hamilelik sürecinde kadınların ne kadar kilo alması ve nasıl beslenmesi gerektiği hakkında bilgiler verdi.

Ne Kadar Kilo Alınmalı?

Gebeliğin doğasında anne adayında ortaya çıkan iştah artışı ve sonrasında gelen kilo artışı vardır. Bu iştah artışı anne adayının ve bebeğinin yeterli derecede besin almasını sağlayan doğal bir yoldur. Gebe bir kadın aldığı günlük kaloriyi artırmalıdır. Bir çok hamile kadın hamilelik öncesinde aldığı kaloriden günlük 300 kalorilik bir artışa ihtiyaç duyar ve hamileliği süresince de kilo alır. Boyu ve kilosu orantılı bir kadın için hamilelik süresince alınması gereken ortalama kilo 12.5 olup bu değer önerilen 11 ila 16 kilo arasındadır. Fakat boyu kilosuyla orantılı olmayan daha zayıf olan kadınlar için önerilen kilo artışı 18 kg.’dır. Şişman kadınlar için önerilen kilo artışı 7 ila 11 kg.’dır. Şişman kadınlar hamilelik süresince ne diyet yapmalı, ne de kilo kaybetmeye çalışmalıdır.

Emzirme İçin Gereken Enerji

Annedeki kilo artışı hamilelik süresince anne ve bebek arasında ayrı bir şekilde paylaşılır. Annede yağ, hamileliğin erken dönemlerinde depolanır ve gebeliğin ortalarında besin depolanması en yüksek seviyeye ulaşır. Bu erken depolanma işleminin, hamileliğin son 10 haftasında hızla büyüyecek olan bebek için gerekli olabilecek enerjiyi sağlamak için yapıldığı düşünülmektedir. Hamileliğin son döneminde bebeğin hızlı gelişimi için ihtiyaç duyulacak enerji ve anne adayının artan metabolik ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla gebeliğin ortalarında plasental büyümede ve organların ağırlıklarında hızlı bir artış yanında kan yapımında da hızlanma görülür. Hamileliğin erken döneminde depolanan ve hamilelik süresince kullanılmayan yağ deposu emzirme için gerekli olan enerji ihtiyacını karşılamak için kullanılır.

Sağlıklı Beslenmek Önemli

Sağlıklı beslenme, fazla kilo almadan gerekli besin ve kaloriyi almak için iyi bir yoldur. Örneğin; patates cipsleri, soda ve çikolata yerine meyve, yoğurt ve şekersiz tahıl yemek gerekli besinleri almak için ideal bir yoldur. Gebeliğin ilk üç ayında, yani 1. trimestr döneminde 1.3 kg. ila 3.6 kg. ve bundan 1 hafta sonra da 400-450 gr. Alınması en idealidir. En hızlı kilo artışı son 3 ay içerisinde olur. Bebek doğduktan 1 ya da 2 hafta sonra yaklaşık olarak 8-9 kilo kaybetmelisiniz.
Eğer gebelik süresince aşırı kilo almadıysanız hamilelik öncesi kilonuza 4-6 ay içinde geri dönmeniz oldukça normaldir. Nadiren de olsa bazı kadınlarda gebeliğin son haftalarında sıvı birikimi görülür. Bu sıvı birikimi bir haftada aşırı kilo almaya ve ayaklarda ve yüzde ödem oluşmasına sebep olabilir. İşte bu nedenlerden dolayı doktorunuz her hafta sizi muayene ederek kilo artışınızı ve sağlığınızı kontrol etmelidir.

Uyku Düzeni Cinselliği Etkiliyor



Uykunun cinsel sorunlar üzerindeki etkisi araştıran bilim adamları bu konuda önemli bilgilere ulaştı. Buna göre uyku düzeni, cinsel hayat üzerinde tahmin ettiğimizden daha çok etkiye sahip... Araştırmalarını uyurgezerlik ve uykuda seks bağımlılığı üzerine de yoğunlaştıran uzmanlar, uykudaki aşırı cinsel birleşme isteğinin beynin bazı bölümleriyle ilgili olduğunu gösteren sonuçlar buldular. Uzmanlar, erkeklerin cinsel birliktelikten hemen sonra uyuyakalmasının nedenini de tesbit ettiler.

Libido Uyarılıyor

Uyku sırasında çoğu insanın beyni çalışmaya ara verdiği halde uykuda seks bağımlılığı hastalarında, yemek yemek ve seks yapmak gibi basit ihtiyaçları kontrol altında tutan hipotalamus hızlanıp, libidoyu uyarıyor. Uyku esnasında eşlerin birbirlerine ne gibi tepkiler verdiği konusundaki araştırma sonuçları da ilginç. Buna göre eşle derin uyku halindeyken, eşlerden birinin diğerine refleks olarak sarılması (özellikle sarılan koca ise) kadınların doğasındaki yakınlık duyma ihtiyacı vücutlarını otomatik olarak temasa geçiriyor. Kısaca eşinize sokulduğunuzda vücudunuz ve beyniniz cinsel bir tepki veriyor. Çarpıcı bir sonuç da hipotalamusun, uyurken bile vücutsal temas da dahil olmak üzere tüm ihtiyaçlarımızı gözlemlediği.

İlkel Beyin...

Uyku sırasında vücudun hormon stoğu yapmak için bir çeşit ikmal mekanizması olduğunu vurgulayan uzmanlar, bu yüzden uykusuzluk çeken kişilerde, cinsel dürtü hormonu olarak da bilinen testosteron seviyesinin düşük olabileceğini belirtti. Buna rağmen bazı kadınların, uykusuz kalmaları sonucu sinirli oldukları ama cinsel olarak da aşırı uyarıldıkları saptandı. Araştırmayı yürüten uzmanlar bunun sebebi konusunda "O sırada beynin daha ilkel bir konuma geçmesi olabilir" açıklamasını yaptı.

Erkek Neden Uyuyakalır?

Erkeklerin eşleriyle cinsel birliktelikten hemen sonra uyuyakalmasına ise uzmanlar şu şekilde açıklama getirdi:
"Çünkü orgazm yaşamak bir erkeği yalnızca fiziksel olarak yormuyor, aynı zamanda vücudunda mutluluk ve uyku hissi veren bir hormon olan prolaktin birikmesine yol açıyor. Kadınlarda ise prolaktin kadar salgılanan oksitoksin hormonu da yakınlaşma ihtiyacını artırıyor."

Formda Kalmanın Sırrı

Bu arada İngiltere'de 276 yetişkinle yapılan araştırmada, günde 8 saat uyku uyumayı alışkanlık edenlerin kilolarını korudukları, 8 saatten az uyuyanların ise kilo aldıkları saptandı. 6 yıl süren çalışmada ayrıca 8 saatten fazla uyuyanların da kilo aldıkları belirlendi. Çalışmada, 8 saatten az uyuyanların 6 yıl içinde 2 kilo aldıkları belirlendi. 8 saatten fazla uyuyanların ise 6 yıl içide toplam 1 buçuk kilo aldıkları ifade edildi. Araştırmaya başkanlık eden Jean- Philippe Chaput, uzun vadedeki çalışmanın, uykunun insan vücudundaki kilo ve yağ oranını nasıl değiştirdiğini saptadıklarını söyledi.

Kalıcı İnceliğin Yeni Sırrı: Biyometrik Diyet



İnce bir vücut ile deniz mevsimini karşılamak ve bunu yaparken de kalıcı zayıflık elde etmek mümkün. Yaşasın Hayat Kliniği, yaz mevsimine daha ince bir vücutla girmek isteyenleri "Biyometrik Diyet" ile tanıştırıyor…

Düşük glisemik indeksli beslenmeyi hedefleyen “Biyometrik Diyet” planı kişileri, sosyal hayattan koparmadan yaşam tarzlarını ve damak zevklerini dikkate alarak sağlıklı ve kalıcı bir inceliğe kavuşturmayı hedefliyor.

Prof. Dr. Osman Müftüoğlu öncülüğünde Yaşasın Hayat Kliniği Beslenme ve Kilo Yönetimi Enstitüsü uzmanları tarafından geliştirilen bu diyet özellikle “sağlığa zararlı yağları” yok etmeyi hedefliyor. Kişiye özel bu program sayesinde vücudun bel, kalça ve diğer bölgelerinde biriken yağlara kalıcı olarak son veriliyor ve kişiler sağlıklı bir inceliğe kavuşturuluyor.

Yaşasın Hayat Kliniği; Biyometrik Diyet planını uygularken, günlük toplam kalori tüketiminde yüzde 25 - 40 oranında bir sınırlama yapmak ve günde ortalama 150 - 250 kalorilik ek bir fiziksel faaliyette bulunmak yeterli oluyor. Besin dengesi yüzde 30 yağ, yüzde 50 karbonhidrat, yüzde 20 protein olarak planlanıyor. Karbonhidrat kaynakları tam tahıl, bakliyat, sebze, meyve gibi doğal olanlardan seçiliyor. Şekerlemeler, şekerli besinler, tatlılar biraz sınırlanıyor, beslenme aralıkları kısaltılıp ara öğünlerle diyet keyifli bir hale getiriliyor.

Diyet İşi Ekip İşi

Yaşasın Hayat Kliniği’nin uyguladığı Biyometrik Diyet, Türkiye’de ilk kez geniş bir akademik ekip ile gerçekleştirilen bir program. Biyometrik Diyet, Yaşasın Hayat Kliniği’nde beslenme uzmanı dışında, Prof.Dr.Osman Müftüoğlu, Aile Hekimliği Uzmanı Dr. Evren Altınel, Davranış Değişikliği Uzmanı İlknur Yılmaz ve aktivite uzmanı Özcan Kızıltaş’tan oluşan bir ekip tarafından yürütülüyor. Her gelir grubuna hitabeden bu çalışma sırasında kişiler, tüm bu akademik ekibin danışmanlığından ayrıca bir bedel ödemeden yararlanabiliyorlar.

Neden Biyometrik Diyet?

Biyometrik Diyet, bilimsel yöntemlerle ölçülebilir bedensel veriler dikkate alınarak yapılan bir çalışmanın ürünüdür. Biyometrik Diyette vücutta yağların hangi bölgelerde biriktiği dikkate alınarak, bir ekip tarafından hem bu yağların yok edilmesine hem de vücudun genel olarak zayıflatılmasına yönelik diyet ve aktivite programları hazırlanıyor.

Oyun oynanan eve doktor girmez!



Çocukların oyun oynarken aynı zamanda koştuğunu, atlayıp sıçradığını da belirten uzmanlar oyunların metabolizmayı geliştirdiği görüşünde.

Oyun içinde yapılan koşma, atlama, sıçrama gibi sportif aktivitelerin, çocuğun gelişim sürecine olumlu etki sağlayarak, metabolizmasını güçlendirdiği açıklandı. Çukurova Üniversitesi'nden Prof. Dr. Yaşare Aktaş Arnas, gelişim çağındaki çocuklarda oyunun, hem metabolizmayı güçlendirdiğini, hem çocuğun sağlıklı gelişimini tetiklediğini, hem de çocukları hayata hazırladığını söyledi.

En doğal gelişen ortam
Çocuklar için en doğal gelişim ve en aktif öğrenme ortamının oyun olduğunu belirten Aktaş, şunları söyledi: "Koşma, atlama, sıçrama gibi sportif aktiviteler dolaşım, solunum, sindirim ve boşaltım sistemlerine olumlu etki sağlayarak metabolizmayı güçlendirir. Oyunda tekrarlanan hareketler kas gelişimini de hızlandırır. Çocuklar oyun oynayarak hem sağlıklı kalır hem de fiziksel gelişimlerini tamamlar."

Cocuklara ilk altı ay sadece anne sütü!



Sağlıklı bir hayatın temeli, henüz yaşamın ilk dakikalarında anne sütüyle atılıyor. Anne sütü ise, yeri doldurulamayacak bir besin...

Her yıl 1 - 7 Ağustos haftasında 'Anne Sütü ve Bebek Besleme Haftası’ adı altında anne sütünün ve emzirmenin önemi vurgulanır. Yüzlerce yararı olan ve bebek beslenmesinde ''Yeri doldurulamayacak bir besin'' diye tanımlanan anne sütü, bebeğin sağlığının ve ileriki yaşlardaki hayatının garantisi niteliğinde.

Yeditepe Üniversitesi Hastanesi Pediatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Pediatrik Alerji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Reha Cengizlier, anne sütü ve yararlarıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.

Anne sütüyle beslenmenin önemi nedir?
Gerek miktar gerek içerik olarak bebeğin ihtiyaçlarına, gerek zekâ gerekse fiziksel büyüme ve gelişmesine en uygun bileşim sağladığı için anne sütü gerçekten benzersizdir. Bebeğin hayatının bir parçasıdır.

Anne sütü, bir bebeğin doğduğu günden itibaren ilk altı ay boyunca su dahil tüm ihtiyaçlarını karşılayan bir besindir. Altı aydan ilk bir yaş hatta iki yaşa kadar da anne sütü yine çok önemli yer tutar bebeklerin hayatında.

Anne sütünün özellikleri nelerdir?
Anne sütü, bebeğin ihtiyacına göre farklılık gösterir. Yeni doğan bir bebeğin annesinin sütünün içeriği, o bebek 1 - 2 aylık olduktan sonra farklılaşır. Hatta her emzirmede dahi anne sütünün içeriği, bebeğin ihtiyaçlarına göre değişir. O kadar güzel bir denge söz konusudur ki başlangıçta bebeğin daha güzel emebilmesi için şekerli kıvamdadır. Bebeğin doyma aşamasına geldiği zaman doygunluk hissi vermek için yaÇ içerir. Yani tamamen bebeğin ihtiyacına göre ayarlanır. Beslenme, büyüme, gelişme ve yaşama için en ideal ve en gerekli olan anne sütüyle beslenmedir. Burada suyu, vitamini, proteini, yağı ve karbonhidratı bebeğe göre ayarlanır.


Anne sütünün yararları nelerdir?
Anne sütü iyi bir besin kaynağı olması dışında koruyucu maddeler de içerir. Bebek kendi koruma sistemini geliştirinceye kadar anne sütü onu hastalıklardan korur. Bebeklerin ilk altı ay bütün ihtiyacını karşılayacak içeriğe sahiptir.

Getirdiği avantajlar nedir?
Ucuz, daha doğrusu bedava olması açısından avantajlı. Ayrıca hazırlanması kolay. Belli bir ısıtma veya pişirme gibi bir prosedür gerektirmiyor. Mikropsuz, steril olması da diğer bir avantajı.

Kaç aylık olana kadar öneriyorsunuz?
Altı aydan sonra bazı eksiklikler görülebildiğinden beslenmenin desteklenmesi gerekiyor. Ama yine de iki yaşına kadarki dönemde bebeğin ihtiyaçlarının en azından bir kısmına cevap verebildiği için, mümkünse iki yaşa kadar bebeğin emdirilmesini öneriyoruz.

İlk başta süt gelmiyorsa ne yapmalı?
Süt verebilmek için hiçbir zaman geç değil. Anne sütü vermek için daha bebek doğar doğmaz hemen bu emzirme işlemini mümkün olan en kısa sürede başlatmak gerekir. İlk gelen süt 'kolostrum’ denen biraz daha yoğun bir süttür. Bebeğin bağırsaklarına bir hacim giderek hem bağırsaklarda uygun floranın gelişmesini sağlar hem de mide bağırsak sisteminin çalışmasını başlatır.

Anneye düşen görevler nedir?
Denemek çok önemli. Baştan 'olmuyor’ deyip bırakmamak gerekiyor. Tekrar tekrar denenmelidir. Bazı annelerin başlangıçta özellikle süt miktarı çok az olabiliyor, süt yetmeyebiliyor. Ama anneler şunu bilmeli ki bebek emdikçe süt artıyor. Ya da baştan itibaren süt yetmedi mama verildi diyelim. Bu anneler 'Artık anne sütü veremeyeceğim’ gibi bir endişe duymamalı. Anne sütüne sonradan da dönülebilir. Annelerin sütü az bile olsa her seferinde emebildiği kadar bebeği emzirmesi gerekiyor.

Aileler, 'İlk verildiğinde süt gelmedi bebek aç kaldı, hemen mama vermeli miyiz?’ diye soruyor. Biraz sabredip, en azından bir iki denemeyle sütün az çok gelmeye başladığı, daha sonra da hızlandığı görülecektir.

Anne sütünü artıran faktörler nelerdir?
Annenin sağlıklı olması, iyi dinlenip beslenmesi önemli. Çünkü devamlı yorgun, stres altında olan annelerde süt azalır.

Annelere öneriler

• Yeterince dinlenin ve beslenin.

• Bebeğinizle duygusal iletişim kuracak kadar, örneğin bir beslenme zamanı için yarım saat ayırın, gevşeyin ve o emzirme sırasında bebeğe konsantre olun.

• İlaç almanız gerekiyorsa mutlaka doktorunuzla görüşün.

• Bol süt üretimi için sıvısız kalmayın, emzirdiğiniz sürece abartılı kilo vermeyin. Dengeli ve doğru beslenin.

Cinselliği çocuğa nasıl anlatmalı?



Çocuğa cinsel bilgiler vermenin ideal zamanı bu konularda soru sormaya başladığı dönem. Açıklamalarınızda gerçek dışı ifadeler kullanmamaya dikkat edin!

Soruların temelindeki dürtü merak
Çocuğun cinsel içerikli sorularının temelinde cinsel duygular değil onun üremeye yani bebeklerin nasıl dünyaya geldiklerine dair merakı yatar. Bu çocuğun uzaya gezegenlere ya da hayvanların yaşayışlarına olan merakından farklı değil. Anne ve babanın sorular karşısında duyduğu gerginlik bu farkı bilmemekten ve çocuğun cinsellik anlayışını erişkin anlayışıyla karıştırmaktan kaynaklanır.

3 yaş civarında sorular başlar
Çocuğa cinsel bilgiler vermenin ideal zamanı onun bu konularda soru sormaya başladığı dönemlerdir. Bu tür sorular genellikle 3 yaş civarında sorulmaya başlanır. İlk sorular kendi bedeni , annenin bedeni ya da bir kardeşin dünyaya gelişi ile ilgilidir. Ona vereceğimiz cevapların içeriği yaşa bağlı değişebilir. Ancak asıl dikkat edilmesi gereken gerçek dışı ifadelerden kaçınmak.

Çocuk cinsellikte neyi merak eder?


• Çevresini ve dış dünyayı yeni yeni tanımaya çalışan çocuğun özellikle 3 yaş civarında aşırı meraklı olduğu ve bu dönemlerde anne-babasını çeşitli konularda soru bombardımanına tuttuğu bir gerçek.

• Ansızın, beklenmedik anda böyle bir soruyla karşılaşan anne ve baba ne yapacağını bilmemenin verdiği telaşla ayıptır, daha sen çok küçüksün gibi kaçamak cevaplar vererek çocuğu başından savmak veya soruyu duymazlıktan gelerek cevapsız bırakmayı tercih eder.

• Oysa bu tutum çocuğun var olan merakını bir kat daha artırır. Bu merakı gidermek için çocuk anne-babanın yatak odasına ani baskınlar düzenler, onları banyo yaparken gizlice izlemeye çalışır ya da arkadaşlarının bedenlerini incelemek ister.

'Bebekler nasıl gelir?' sorusu en can alıcı olanı


• 'Bebekler nasıl gelir?'sorusu çocukların sıkça sorduğu bir soru. Buna çok basit şekilde şöyle cevap verebiliriz. Bebekler annenin karnında büyürler. Orada bebeklerin büyümesi için özel bir yuva vardır. Burada büyürler ve bir süre geçtikten sonra annenin döl yolundan dışarı çıkarlar.

• Bunun yerine bebekler leylekler tarafından getirildi ya da çarşıdan satın alındı gibi gerçek dışı ifadeler çocuğun yanlış bilgilenmesine neden olacak ve bir müddet sonra bu cevabın doğru olmadığını anlayan çocuk merakını gidermenin ve sorularına cevap bulmanın başka yollarını arayacaktır.

• Diğer taraftan bazı anne ve babalar da çocuklarının sordukları soruları kuşlar, arılar gibi hayvanlar üzerinden onları anlatarak cevaplamak isterler. Böylece üreme ile ilgili bilgilerin daha masum hale geleceğini ve cinsellikten arınacağını düşünürler.

• Oysa çocuğun asıl merak ettiği konu insanların üremesidir. İşe kuşlar ve arılarla başlamak sadece anne-babanın sıkıntısını hafifleten kaçamak bir yoldur , çocuğun merakını gidermez.

Yanıtlar merakını giderici olmalı!


• Çocuğun sorularına verilecek cevaplar onun merakını giderici ve doyurucu olmalı. Ancak bilgi verme amacıyla çocuğa her şeyi tüm detayları ile anlatmak ve çocuğun aklını karıştırmak da gerekmiyor.

• Vereceğimiz her türlü bilginin doğru ve abartısız olması gerekir. Uydurma yanlış, saçma ve hayali bilgiler vermek çocuğun zihnini bulandırır ve ileriki yaşamı için sorunlar oluşturur.

• Kullanılan dil basit olmalı ve fazla detaya girilmemeli. Çocuğa her şeyi detaylı biçimde anlatmanın bir anlamı ve yararı yok. Ona yaşına göre kaldıramayacağı derinlikte bilgiler vermek cinselliğin erken devreye girmesine neden olabilir. Cinsel konulardan bahsederken anne ve babaların yüz ifadeleri, gerginlikleri ve huzursuzlukları da çocuklar tarafından dikkatle algılanır.

• Huzursuz, gergin ve utungaç bir ifadeyle ne söyleyeceğini bilemeyen anne ve babalar çocuklarına bu konunun aslında konuşulmaması gereken kötü ve çirkin şeyler olduğu mesajını vermiş olurlar. Oysa çocuğun algılaması gereken cinselliğin doğallığı ile birlikte gizliliği ve özelliğidir.

Anne-babanın cinsel yaşamı merak konusu ise...


• Çocukların bir kısmı anne ve babaların cinsel yaşamı hakkında soru sorarlar. Cinsel bilgi verme adına anne-babanın çocuklarına cinsel yaşantılarından bahsetmesi sakıncalı. Cinsel yaşantıların çok özel konular olduğu ve başkaları ile paylaşılamayacağı ifade edilmeli.

• Anne ve babaları sıkıntıya sokan diğer bir düşünce de çocuklarının öğrendikleri bilgileri uygulamaya koyacakları endişesidir. Aslında bu düşünce yetişkinlerin kendi düşüncelerini çocuklara yansıtması anlamına gelir.

• Çocuk erişkinler gibi cinsel istek ve ilgi duymadığından bu korku yersiz. Ayrıca biyolojik olarak da hormonlar tarafından uyarılmamaktadır. Çocuğun sorularına yol açan sadece bilgi edinme isteği.

Onları örselemek zararlı!


• Cinsel konularla ilgili soru sormayan çocuklar ya daha önce sordukları sorular nedeni ile ayıplanmıştır ya da kendilerini rahat hissedecekleri bir ev ortamı bulamamışlardır. Bu nedenle oyunlarında ve arkadaşları ile konuşmalarında sorularına cevap ararlar.

• Merakını gidermek isteyen çocuk doktorculuk oynayarak hemcinslerinin ve karşı cinsin bedenini keşfetmeye çalışır. Bu durum bazı anne ve babaların telaşlanmasına neden olur.

• Başlangıçta bu tür araştırma ve merak giderme çabaları bir noktaya kadar doğal karşılanmalı ve çocuk suçlanmamalı. Ancak çocuğa yaptıklarının farkında olduğunuz mesajını vermeli ve merakını giderici gerekli açıklamalarda bulunmakta fayda var..

Kalabalık ortamda çocuğunuz sizi 'utandıracak' sorular sorduğunda nasıl davranmalı?


• Zaman kazanmaya çalışabilirsiniz: “Evet, bu iyi bir soru” türünde bir yanıt size düşünme fırsatı yaratır.

• Kısmi cevaplandırma: Konu ile ilgili aklınıza gelen ilk yanıtı verin ama ilk fırsatta bu konu üzerine düşünüp bir dahaki sefere daha açıklayıcı olun.

• Erteleme: “Bu soru çok özel bir soru ve bunu seninle daha sonra ikimiz başbaşa iken konuşmak isterim.

• Gözlerini kapatın ve bu işi bitirin: Eğer yeterince özgüvenli iseniz ve cinsellikle ilgili açık bir tutumunuz varsa şöyle bir cevap verebilirsiniz “Bu bir prezervatif. Annenle baban şimdilik başka bir bebek istemedikleri için bunu kullanıyorlar.

Yaş guruplarına göre sorular ve cevaplar...


7 Yaş öncesi

• Neden annemin memeleri var, babamın yok?
Annen bir kadın, baban bir erkek. Erkeklerin memeleri yoktur. Kadınlar ise çocuk sahibi olabildikleri için memeleri vardır. Çocuk doğduktan sonra annelerin memelerinden gelen sütle bebekler beslenir.

• Bebekler annelerin karnına nasıl giriyor?
Anne ve babaların vücutları birbirine çok uygundur ve birbirleri ile çok yakınlaştıklarında bir bebek oluşabilir. Bu bebek annelerin karnında büyür.

Yaş guruplarına göre sorular ve cevaplar...


7 Yaş sonrası

• O küçük delikten bebekler nasıl çıkıyor?
Bebeğin çıktığı delik çok esnek birşeydir ve doğum olacağı zaman bebeğin içinden çıkabileceği kadar büyüyebilir.

• Eğer bebek yapmak istemiyorsanız neden beraber yatıyorsunuz?
Çünkü büyükler birbirlerini çok sevdiklerinde bazen sadece birbirini sevmek ya da öpmek yeterli olmaz. O zaman birbirine gerçekten çok yakın olmak isterler.

Yaş guruplarına göre sorular ve cevaplar...


Ergenlik öncesi

• Orgazm ne demektir?
Yetişkin bir kadın ve erkeğin ancak cinsel ilişkide bulunduğunda yaşayabileceği çok özel bir duygudur.

• Regl ne demektir?
Yetişkin kadınlar ayda bir kez vajinalarından kanarlar. Buna Regl yada aybaşı denir. Bunun sebebi kadınların yumurtalıklarından her ay 1 yumurtanın döllenmek üzere hazırlanmasıdır. Eğer döllenme yani bebeğin oluşumu gerçekleşmezse bu yumurta bir miktar kan ile vücuttan atılır ve ertesi ay yeni bir yumurta oluşur. Her genç kız 12-15 yaşları arasında ilk kez regl olur.